Bazılarımız kutsal ya da amaçsal anlamlar yüklemeye çalışsa da bir devletin, egemenliği altında bulunan topraklarda yaşayan bireylerle kurduğu vatandaşlık ilişkisi aslında oldukça araçsal bir durumdur. Diğer bir deyişle, bu bir sözleşme halidir. Devlet, hak ve özgürlüklerini korumayı yükümlülük olarak üstlendiği bu sözleşmenin diğer tarafı olan bireyden buna karşılık, vergi vermek ya da yasalara uymak gibi belirli ödevleri yerine getirmesini bekler.
Tabiî tarihsel serüveni içerisinde ‘vatandaşlık’ her zaman bu bağlamda görülmedi. Bazı devletler tarafından çeşitli ırksal, etnik veya kültürel yorumlarla ele alınıp bunlara uygun şartlara bağlandı. Örneğin, ırksal aidiyet, etnik benzeşim ya da kültürel uyum gibi hususlar modern kalıplar olarak, ulus devletler çağında, belirli dönemlerde ve belirli devletlerce vatandaşlığın önemli koşulları olarak görüldü. Yahudiler, ırksal aidiyetleri olmadığı için Nazi Almanyası tarafından vatandaş olarak kabul edilmediler mesela.
Modern algı, zihinlerimizde öylesine yer etmiş durumda ki ‘vatandaşlık’ tartışmasını romantizmden, milliyetçilikten ve ‘düzen kaygısından’ pek koparamıyoruz. Kimimiz vatandaşlığın, doğanın insanoğluna sunduğu nimetlerin en büyüğü, kimimiz etnik aidiyetimizin uzantısı, kimimiz de düzenin koşulu sanıyoruz. Oysa algıyı bu noktalardan biraz uzaklaştırdığımızda fark edeceğiz ki birey ve devletin karşılıklı taahhütte bulunduğu ve bundan fayda sağladığı bir ilişkiden fazlası değil aslında vatandaşlık.
Kavramsal bir tartışma yapmak istemeseydim, göçmenlerin vatandaşı olarak yaşadıkları ülkeye yaptıkları katkının oldukça yüksek olduğu birçok çalışmadan bahsederdim. Ya da bu durumun Türkiye’nin ‘vatandaşlık’ meselesine yapacağı özgürlükçü katkıdan… Bunları başka bir yazının konusu olarak saklı tutmakla birlikte asıl söylemek istediğim nokta ‘vatandaşlık’ konusunun abartılacak hiçbir yönü olmayacak kadar teknik bir mesele olması.
Suriyeliler çok uzun zamandır Türkiye’deler. Bu ülkede yaşıyorlar ve yaşamaya devam edecekler. Yaşadıkları ülkede, devletle bir ilişki kurmak mecburiyetindeler. Şimdi Türkiye, oldukça rasyonel ve ahlâkî bir adım atarak bu ilişkiyi tanımlıyor ve halihazırda zaten bu ülkenin yerleşiği haline gelmiş Suriyelilerle hak ve ödevlere dayalı bir ilişki kurmak istiyor. Onların haklarını koruma taahhütü karşılığında, bazı ödevleri yerine getirmelerini bekliyor.
Vatandaşlığı ‘bahşedilen’ ya da ‘kazanılır’ bir şey görmek yerine, bir ilişki düzeyinin hukukî tarifi olarak kabul etmek gerekiyor. Bu tanım, son beş yıldır Türkiye’ye gelmiş olan Suriyeliler için yapılmadı diyelim; Türkiye’de doğmuş ve doğacak ve belki de hayatı boyunca burada yaşayacak olan yüz binlerce “Suriye kökenli Türkiyeli” bebek ve çocuk için ne yapacağız? Onların devletle ilişkisi nasıl olacak? Vatandaşlığı ‘kazanmaları’ için yarışmalar düzenlemeye niyetimiz yoksa ‘vatandaşlık’ meselesini ciddi bir alternatif olarak yeniden gözden geçirmemiz gerek.