KARADENİZ’DE balık çeşitliliğinin aşırı kirlenme ve aşırı avlanma nedeniyle her yıl azaldığını duyuran haberleri artık kanıksadık. Öncelikle kurbanı doğa olan bu suçun failleri ise belli: Aşırı avlanan balıkçılar ve yeterli arıtma tesisleri olmayan sanayi kuruluşları. Suçlular listesine regülasyonların uygulanmasını gerektiği gibi denetle(ye)meyen kamu görevlilerini de ekleyebiliriz. Sorunu ve suçluları tespit ettiğimize göre çözümü de hemen belirtmek lâzım: Çevre bilincini geliştirme! (?) Nasıl mı çevre bilinci kazandıracağız? Tabii ki ahlâkçı bir eğitim ve devlet regülasyonu ile! “Ahlâklı” kamu görevlileri, kamusal örgütler aracılığıyla çevre kurallarına uymayanları ağır ve tavizsiz cezalarla yola getirecek. İşte çözüm bu kadar basit ama ah bu kapitalizm olmasa…
Yukarıda özetlediğim ahlâkçı ve devletçi çevreci politika perspektifi, beşeri faaliyetleri düzenleyen iki önemli kavramı dışarda bıraktığı için bir hayli yanlış yönlendiricidir. Bunları, ekonomik motivasyonlar/müşevvikler ve kolektif eylem problemi olarak sıralayabiliriz. Ahlâkçı çözümlerin zorluklarını anlatmadan önce çevre problemleri ile ilgili motivasyon problemleri açıklamak için Garrett Hardin’in “ortak malların trajedisi” kavramından yardım alabiliriz. Hardin, mülkiyet hakları ile kullanım hakları yasal olarak belirlenmemiş kaynakların/malların hızla tüketilerek yok edilme tehlikesi ile karşılaşacağını iddia eder. En klasik örnek, büyük ve küçükbaş hayvanların otlatıldığı devlete ait çayırlar ve meralardır.
Devlete ait olan ve aslında fiili olarak kimseye ait olmayan meralar hayvancılıkla uğraşanların aşırı kullanımına maruz kaldığı için sürekli olarak yok olma tehdidi altındadır. Çiftçilerin/çobanların meraların kendilerini yenileyebilmelerine fırsat vermemeleri ya da bunun için gerekli yatırımı yapmamaları çiftçilerin eksik motivasyonları ile kolayca açıklanabilir.
Meralardan birden fazla kullanıcı faydalandığı için herhangi bir kullanıcının/çiftçinin meraları bilinçli bir şekilde kullanmasının ya da meraların gereken yatırımı alarak korunmasının ticari bir geri dönüşü yoktur. Yani bir ya da bir kaç kullanıcı bilinçli davransa ya da meralara yatırım da yapsa, diğer kullanıcılar meralara aynı özen göstermeyeceğinden meralar yine de yok olabilir. Mera kullanıcıları arasında işbirliğini sağlayacak yani meraların korunması için maliyetleri ve faydaları adil bir şekilde dağıtacak bir örgütlenme olmadığı için, kullanıcılar, birbirlerine güvenmeyerek meralara yatırım yapmayacaktır.
Bu güvensizlik sebebiyle ortaya çıkan soruna “mahkûmlar çıkmazı” denmektedir. Mahkumlar çıkmazı temelde birbirinin gelecekteki eylemlerini öngöremeyen kişilerin/kurumların işbirliği yapamayarak, hep beraber kötü sonuçlara mahkum olmalarını açıklar. İşbirliği yapabilseler hep birlikte daha iyi bir durumda olabilecek olan kullanıcılar, işbirliği yapamadıkları için hep beraber daha kötü bir duruma düşerler.
MAHKUMLAR ÇIKMAZI VE BEDAVACILIK
Kullanıcılar arasındaki güvensizlik “bedavacılık” (freerider) probleminden kaynaklanır. Bir kullanıcının meraya yapacağı yatırım ya da bilinçli davranış diğer bir kullanıcı için “pozitif bir dışsallık” yaratmaktadır. Yani bir kullanıcının yaptığı yatırım diğerleri hiçbir şey yapmasa da diğerlerinin faydasına olacaktır. Ancak yatırım yapan kullanıcı diğerlerine yatırımının maliyetlerini yükleyemediği için, diğerleri bedavadan bu üretimden faydalanır.
Bedavacılık ortak mallar söz konusu olduğunda kaynakların korunması için gereken ekonomik motivasyonları büyük ölçüde engeller. Öğrencilerin devlet okullarının sıralarını delik deşik ederken, evlerindeki masalarını çizmemeleri şüphesiz ahlâki olmaktan çok, motivasyon problemi ile açıklanabilir.
Mancu Olson, mahkumlar çıkmazını ve bedavacılık problemini “kolektif eylem problemi” bağlamında sistematize etmiştir. Olson’a göre kolektif eylemlerde grubun amacından ya da çıkarından bahsetmek yanıltıcıdır. Bunun yerine belirli bir kolektif amacı gerçekleştirmek isteyen grup üyelerinin kendi çıkarlarını gerçekleştirmek ve maliyetleri düşürmek için grupça hareket ettiklerini iddia eder. Gruba katılımın maliyeti kişisel çıkarı aştığı anda grup üyesi de gruba katkı sunmayı reddeder. Tersinden bakılacak olursa grup, kendi üyeleri arasında maliyetleri dağıtacak bir mekanizma geliştiremediğinde bedavacılık problemi ortaya çıkar ve grup dağılır. Çevre problemlerinin çoğunun merkezinde ortak malların etkin ve yenilenebilir bir şekilde kullanımını sağlayamayan kolektif eylem problemleri olduğu açıktır.
Ortak malların kullanımı, aslında sürekli karşılaştığımız ve piyasacı yöntemlerle çözdüğümüz bir sorun ama günlük hayatta bu sorunları nasıl çözdüğümüzün genellikle farkında değiliz. Çevremizi saran geniş spektrumdaki mal ve hizmetler doğal kaynaklar olmadan üretilemez. İnekleri, koyunları, tavukları, meyveleri, sebzeleri, demiri, çeliği, petrolü, odunu, kömürü ve daha nicelerini her gün tükenme korkusu olmadan kullanabiliyorsak, bunu mülkiyet kurumu üzerine kurulu olan piyasa ilişkilerine borçlu olduğumuzu hemen belirtelim. Ortak malların trajedisi, çoğu durumda mülkiyet haklarının üreticilere ve tüketicilere tahsis edilmesiyle ekonomik maliyetleri ve kazançları piyasa oyuncuları arasında dağıtarak aşılır.
Böylece bedavacılık ve mahkûmlar çıkmazı problemlerini çözerek piyasa oyuncularının işbirliği yapabilmelerini sağlar. Bu anlamda piyasa, hangi kaynağın nerede, ne için ve hangi teknoloji ile kullanılacağını üreticilere fiyat sinyalleri aracılığıyla ileterek kaynakların etkin kullanılmasını garantiler. Mülkiyet ve fiyat mekanizması ekonomik kaynakların etkin kullanılmasını sağlar ve kaynakların sürdürebilirliği için yatırım motivasyonları üretir.
KAMUDA MOTİVASYON VE BİLGİ EKSİKLİĞİ
Dünyada üretim büyük ölçüde mülkiyet temelli piyasa ekonomisine dayalı olarak yapılmasa, insanlık sadece büyük kıtlıklar ve kitlesel ölümlerle karşılaşmaz ama aynı zamanda kaynakların etkinsiz bir şekilde kullanılarak hızla tüketilmesi ve çevresel kirliliğin hızla yaygınlaşması ile de baş başa kalır. Bu söylediğime inanmayanların Sovyetler Birliği’nde yaşanmış olan doğal felâketlere bir göz atmalarını tavsiye edebiliriz. Lenin zamanında tarımın kolektifleştirilmesi sonucu bir kaç ay içinde 3 milyon insanın ölmesi ile ortaya çıkan facia, tarım topraklarının % 3’ünün özel mülkiyete tahsis edilmesi ile aşılmıştır. % 3’lük özel tarım alanının, ülkedeki toplam tarım üretiminin % 27’sini gerçekleştirmesi de cabasıdır. Bunun dışında, Aral Gölü’nün kurultulması, Çernobil faciası ya da Sovyet hükümetinin kendi vatandaşları üzerinde tecrübe ettiği atom bombası denemeleri mutlak devletin ve mutlak piyasasızlığın çevre felâketlerini önleyemediğini göstermeye yeterlidir umarım. Yani dışsallıkların içselleştirilmesi meselesinde devlet organları “piyasa başarısızlıkları”ndan üretici daha büyük sorunlara neden olabilmektedir. Buna da “kamusal başarısızlık” denmektedir. Piyasanın gelişmiş araçlarını çevrecilik meselelerinde egale etmeden önce, bu tür kamusal başarısızlıkları göz önünde tutmakta fayda olduğu açıktır.
Kamusal başarısızlığın en önemli iki nedeni kamu görevlilerinin motivasyon ve bilgi eksikliğidir. Kamu görevlilerinin kamusal çıkarlar için çalıştığı varsayılsa da bu çoğunlukla gerçeği yansıtmaz. Çoğu bürokratik örgütün amacı kendi bütçesini ve etkinlik alanını genişletmektir. Bu ise kamusal çıkarlardan ziyade özel çıkarları ön plana alan bürokratların “yozlaşma” olarak tanımladığımız faaliyetlere bulaşmalarına sebep olur.
Popüler denetim mekanizmalarının kamusal örgütleri denetleme kabiliyetleri ne derece zayıfsa yozlaşmanın da o ölçüde artacağını tahmin etmek güç değildir. Maalesef kamusal çevreci örgütler bu yozlaşmadan nasiplerini almaktadır. Bütçelerini artırmak isteyen çevreci bürokratlar ve bilim insanları çoğu zaman abartılı çevresel felâket “tahminleri” ile kamusal kaynakların israfına ve insanların yanlış yönlendirilmesine sebebiyet vermektedirler.
Denizleri ve nehirleri koruyan regülasyonların varlığına rağmen sanayi kuruluşlarının halen arıtma tesislerini çalıştırmayabilmeleri de başka bir düzeydeki yozlaşmanın örneği olarak gösterilebilir. Kamu görevlilerinin bilgi problemi ise daha karmaşık bir sorunsaldır. Kamu görevlileri “iyi niyetle” çevreyi korumak için çalışsalar dahi ekonomik kaynakların en etkin nasıl kullanılacağı ya da hangi teknolojilerin geliştirilebilir olduğu hususlarında bilgisiz olabilirler. Zira bu tür bilgiler küresel ölçekte karmaşık ekonomik mübadele ilişkileri sırasında ortaya çıkan fiyat sinyallerinin yardımıyla karara bağlanabilir. Bu yüzden devletler piyasa sinyallerinin çalışmadığı çevresel sorun alanlarında piyasa benzeri kurumlar inşa ederek sorunları çözme yoluna başvurmayı denemektedirler. Bunun en bilinen örneği Kyoto Protokolü’dür.
KYOTO PROTOKOLÜ’NÜN GETİRDİĞİ FAYDALAR
Buraya kadar piyasaların ne büyük çevresel problemleri çözdüğünü göstermek gerekliydi. Ama tabii ki mesele burada bitmiyor. Üretim faaliyetlerinin, fiyat mekanizması içinde içselleştirilemeyen (ya da henüz içselleştirilememiş) “negatif dışsallıklar”ı önemli çevresel sorunlara neden olabilmektedir. Negatif dışsallık, yaptığımız faaliyetlerin çevremizde yarattığı olumsuz/zararlı etkileri belirtmek için kullanılan bir terimdir. Negatif dışsallığın en bildik örneği sanayi üretiminin ve motorlu araçların atmosfere saldığı karbondioksit yani hava kirliliği sorunudur. Buna küresel ısınma problemini de eklediğimizde küresel bir facia senaryosu ortaya çıkmaktadır.
Kapitalizmden vazgeçip “doğa”ya dönmemizi salık veren “derin ekolojistler”i bir kenara bırakmak gerekmektedir. Zira anlaşılan Rousseau, medeniyetten geri dönüşün olmadığını söylerken haklıydı. Öyleyse gaz salınımını kısıtlayan ve temiz ve yenilenebilir enerji kullanımı teşvik eden bir sisteme ihtiyaç duyulduğu ortaya çıkmaktadır. Ekonomik motivasyonları yok sayan ahlâkçı çözümlerin işe yaramayacağı anlaşıldığına göre ülkelerin sera etkisi yaratan gazların salınımını bir anlaşma çerçevesinde azaltmayı taahhüt ettikleri Kyoto Protokolü’nden bahsetmek bu açıdan önemlidir. Her ne kadar tek başına küresel ısınma problemini yenme konusunda başarılı olamasa da önemli bir girişim olan Kyoto Protokolü, dünyadaki emisyon oranının % 55’ini gerçekleştiren 160 ülkenin emisyon oranlarını belirli kotalarla sınırlandırmayı hedeflemektedir. Ancak uluslararası ölçekte bakıldığında, ülkelerin farklı düzeydeki üretim hacimlerinin farklı oranda kotalara tabi olmaları gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bunun yanında ülke içinde de farklı üreticilerin farklı düzeyde üretim yapmaları, kotaların tek başına işe yaramayacağını göstermektedir.
Hakkaniyetli ve etkin emisyon kotaları problemini çözmek için anlaşmaya taraf devletler hem kendi aralarında hem de ülkeler içindeki şirketler arasında emisyon kotalarının satışına izin vererek yapay bir piyasa oluşturmuşlardır. Sınırlı mallara dönüşen kotalar serbest kota piyasasında satışa çıkartılarak kirlilik fiyatlandırılabilmiştir.
Bu sayede doğayı daha fazla kirletenler daha fazla maliyete katlanırken, doğanın kirletilmesine maliyet yüklenmesi sanayi liderlerini daha temiz enerji üretmeye de teşvik etmektedir. Özellikle Batı Avrupa ülkeleri (en başta Almanya) ulusal vergi politikaları ile emisyon oranlarını düşürmek için teşvikler geliştirmeye başlamışlardır.
Çevreyi daha az kirleten sanayi kuruluşlarının daha az vergi vermeleri, üreticileri temiz enerjinin maliyeti ile üretimin verimliliği arasında optimal bir denge tutturmak için teşvik etmektedir. Tabii bu girişim her zaman başarılı olamamaktadır. Volkswagen’in egzos gaz salınımlarını olduğundan daha düşük göstermek için geliştirdiği bilgisayar programı 2015 yılında ortaya çıktığında önemli bir skandal da patlak vermiş oldu. Bir yandan etkinlik hesabı yaparlarken diğer yandan sert regülasyonlara tabi olan firmaların yolsuzluğa sürüklenmesinin muhtemel olduğu da ortaya çıkmıştır. Bu Volkswagen gibi saygıdeğer bir firma olsa bile! Bu tür skandallara rağmen çevreci yenilenebilir enerjide piyasa temelli teşvikler umut verici gelişmeler kaydetmektedir. Özellikle petrol gibi konvansiyonel enerji kaynaklarının tükeneceğinin hesaplanması, enerji girişimcilerini yeni enerji çağı için yatırım yapmaya sevk etmeye çoktan başlamıştır.
BALIKÇI BİRLİĞİ İLE SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ
Çok özet bir şekilde geçsek de liberal sosyal teorinin çevre sorunları üzerinde söyleyecekleri bunlarla sınırlı değildir. Nobel iktisat ödüllü Elinor Ostrom “ortak havuz kaynakları” (OHK) dediği ortak malların kullanımının piyasacı ve devletçi örgütlenme yollarının dışında “yönetişim” mekanizmalarını ön plana çıkartan araştırmaları, ortak malların kolektif eylem problemlerinin nasıl aşılabileceğini göstermektedir. Özellikle sulama sistemleri üzerinde yaptığı alan çalışmaları ile tanınan Ostrom, iyi tanımlanmış haklara ve etkin bir cezalandırma mekanizmasına sahip doğru kurumsal yapıların inşası ile grup mülkiyetine ve özel mülkiyete dayalı kendi kendini yöneten (self-governing) sistemlerin ortaya çıkabileceğini hem pratik örnekler bağlamında hem de teorik olarak göstermiştir.
Ostrom kendi kendini yöneten sistemlerin sekiz özelliğini saymıştır. Bu sekiz özelliği başta belirttiğimiz Karadeniz’de aşırı avlanma sorununa uygulayarak inceleyelim. Birinci kural OHK’nin açık bir şekilde tanımlanmış sınırları olmasıdır. Bunun anlamı Karadeniz’de balıkçılık yapan balıkçıların kendi aralarında bir balıkçılar birliği oluşturarak “Birlik” kurallarına uymayanları dışlayabilecekleri bir sistem geliştirmeleridir. İkinci kural kaynakların çevresinin (environment) yönetim yapısı ile örtüşmesidir.
Sırf Türk tarafı düşünüldüğünde dahi 8350 km’lik bir sahil şeridinde balıkçılık yapanları kapsayacak bir sisteme giriş ve çıkışların, ayrımcılığa göz yummayacak şekilde açık kurallarla belirlenmesi şarttır. Bu hususta üçüncü kural aydınlatıcıdır. Kararlar kaynaklardan yararlananların yüksek düzeydeki katılımını garanti edecek kolektif tercih düzenlemeleri ile verilmelidir. Yani Birlik’te alınan kararlar tabana yayılmış karar alma süreçleri ile gerçekleşmelidir. Hangi aylarda, hangi balıkların, ne miktarda avlanabileceği ve belirlenen kotaların hangi şartlar dahilinde mübadele edebileceği azınlığın değil çoğunluğun kararı olmalıdır.
Bu sistemi çalıştıracak altyapının şekillenmesi de yine geniş tabanlı bir mutabakat yoluyla inşa edilmelidir. Dördüncü kural denetleme-gözetleme süreçlerinin kaynaklardan faydalananlardan oluşan ya da faydalananlara karşı sorumlu olan birimler tarafından yapılması gerektiğini belirtir. Yani Birlik’teki kural ihlalleri bürokratik devlet hiyerarşisinde değil, Birlik’in yönetişim mekanizmaları vasıtasıyla gerçekleştirileceğidir. Beşinci kural, kural ihlallerinin orantılı bir şekilde derecelendirilmesini öngörür. Buna aşı bağlı olarak altıncı kural çatışmaların ve ortak sorunların düşük maliyetli ve kolay erişilebilen çatışma çözüm mekanizmaları aracılığıyla gerçekleştirilmesini ister.
Birlik’te, kural ve mekanizmaların yaratıcıları aynı zamanda bu kurumdan yararlananlar olacağı için, Birlik üyeleri, yönetimde etkinlik ve esnekliği sağlayacak motivasyonlara sahip olacaklardır. Yedinci kural yüksek düzeydeki kamusal otoritelerin, örneğin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, Birlik’in kendi kendini yönetme yetkisini kabul etmesi gerektiğini belirtir. Son olarak Karadeniz’de balıkçılığı regüle edecek büyüklükte bir organizasyonun çoklu katmanlara ayrılması ve her katmanda yerleşik olan girişimlerin kendi örgütlenmelerini gerçekleştirmesi esastır.
Bu örnekte açık hale geldiği üzere temel mesele, kaynakları kullanacak olanlarla kaynakların kaderlerini birleştirmek ve bu sayede kullanıcıların kaynakları korumak için motivasyonlar geliştirmesini mümkün kılmaktır. Bu amacı gerçekleştirecek kurumsal yapılar piyasa ya da piyasa-benzeri sistemleri rahatlıkla kullanabilir. Örneğin balıkçılık kotalarının farklı balıkçılar arasında satılabilmesi gibi. Ama bununla birlikte oluşturulacak yönetim yapısının kamusal başarısızlık sorunu ile yüzleşmemesi için yöneticilerin de kullanıcılar arasından çıkması, kuralların adem-i merkezi yönetişim mekanizmalarınca belirlenmesi ve değişen çevresel şartlara kolayca adapte edilebilmesi gerekir.
Haftanın belirli günleri İstanbul’da metrobüs kullanmak zorunda bırakılmış bir büyük şehir belediye başkanının trafik problemine yaklaşımının değişeceği gibi, balıkçı birliğinde sorunların hızla çözüme bağlanması da ancak bu şekilde sağlanabilecektir. Liberal sosyal teorinin aydınlatıcı açıklamaları bağlamında çevresel problemleri ezberci bir şekilde kapitalizmin sorunu olarak ilan etmeden önce beşeri işbirliğinin doğası ve problemleri üzerine vakur ve derinlikli düşünmeye ihtiyacımız olduğu açıktır.