Siyasî sistemler iki grup hâlinde sınıflandırılabilir: Kollektiviteleri esas alanlar ve bireyci olanlar. Birinci gruba giren yaklaşımların çoğu, günlük lisanda “toplum” kavramının çağrıştırdığı anlamlardan dolayı, bireyi ve bireyselliği ihmâl etmeye, kollektivitelere insan muamelesi yapmaya ve merkeziyetçi olmaya yatkındır. Aralarında çeşitli farklar bulunmasına rağmen, bunlara kollektivist siyaset yaklaşımı genel adı verilebilir. Bunların temel özelliği, bireyi değil kollektiviteyi temel beşerî ünite saymaları ve bireyin yerine bir kollektiviteyi ikame etmeye çalışmalarıdır. Öne çıkartılan veya esas alınan kollektivite sınıf, millet, ümmet vb. olabilir; ama, hangisi esas alınırsa alınsın, bu yaklaşımın sosyal, ekonomik ve siyasal sonuçları aynı olur. Kollektivist siyaset anlayışının tam zıddı kutupta bireyciliğe dayalı siyaset uygulaması yer alır. İkinci yaklaşım hak ve özgürlük sahibi, kendi başına bir amaç özne olarak bireyi esas alır. Bu yaklaşımın da elbette sosyal, ekonomik ve siyasal yansımaları vardır.
İktisat profesörü Thomas Mayor’ın önemli bir makalesinin (“Hunter–Gatherers: First Libertarians”) (“Avcı-Toplayıcılar: İlk Liberteryenler”) sistematiğini ve temel bilgilerini esas alarak bu birbirinden farklı iki siyaset modelinin temel müesseselerini şöyle sıralayabiliriz. Bireyci siyasetin üç temel kurumu vardır: (1) Bireyler, siyasî otoritenin keyfî baskısından masun şekilde, yalnızca hukukun hâkimiyetine tâbi olarak, mecbur bırakılmadıkları (zorlanmadıkları) tercihler yapma özgürlüğüne sahiptir. Bunun iki sonucu vardır: İlk olarak, bu, bireysel özgürlüğün özüdür. Yani, bu sosyal kurumun mevcut olduğu yerde özgürlük hüküm sürer. İkinci olarak, bu, aynı zamanda ekonomik refahı maksimize etmenin ön şartıdır. (2) Her birey, zora dayanan transferler tehdit ve tehlikesi olmadan, çabalarının ürünlerine sahip olmaya muktedirdir. Bu kurum da iki amaca hizmet eder. Birincisi, yine, bireysel özgürlükle ilgilidir. Üreten birey, ürettiğini elinde tutma hakkına–yetkisine sahip olamazsa, özgür de olamaz. İkincisi, yine ekonomik refahla alâkalıdır. Üretken insanların ürünlerini muhafaza edememesi, kendi elinde tutamaması, ürünlerinin onlardan zorla alınması ve devlete (veya devlet aracılığıyla başka bireylere) aktarılması genel refaha ciddî ölçüde zarar verir. Çünkü, zora dayanan transferler en başta kaynakları yararlı amaçlardan uzaklaştırır. Kaynak sahipleri, kaynaklarını, bu tür transferlerden korumak veya transferlerin zararlı etkilerini azaltmak için, transferin zor veya anlamsız olduğu alanlara kaydırabilir. Ayrıca, çabalarının ürünlerine sahip olma imkânı kalmadığını gören verimli insanların üretken faaliyetlerde bulunma müşevvikleri zayıflar. Onların üretimden vazgeçmesi, beşerî ve maddî kaynaklarını tam olarak ekonomik faaliyet süreçlerinin parçası hâline getirmekten kaçınması, ülkenin toplam zenginliğini azaltır. Zira, zenginlik bir defa üretilince ebediyen insanlarla kalacak bir varlık havuzu teşkil etmez. Zenginlik, zenginlik unsurlarının eskime, ömrünü doldurma, kullanılarak bitirilme gibi özelliklerinden dolayı devamlı yeniden üretilmek zorundadır. Zora dayanan transferler zenginlik üretme süreçlerine zarar verir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, zora dayalı transferin kaba yolunun da (gasp, hırsızlık), ince yolunun da (haksız ve ağır vergileme, ürünlerin değil kaynakların vergilendirilmesi, abartılı refah devleti yeniden dağıtımları) benzer sonuçlar verecek olmasıdır.
Bireyci toplumun 3’üncü kurumu vatandaş bireylerin minimal devlet otoritesine razı olmalarıdır. Bunun öneminin farkına, ünlü anayasa hukukçusu A. V. Dicey uzun zaman önce varmıştır. Dicey, devletten beklentiler arttıkça devletin yetkilerinin de artması gerektiğini ve siyasî otoriteye sonsuz ve sınırsız güvenin duyulduğu ve gittikçe artan taleplerin yöneltildiği bir ülkede anayasacılık ilkesinin hayata geçirilemeyeceğini vurgulamıştır. Alexis de Tocqueville de toplumda kendini yönetme ve gönüllü girişimlerle problemleri çözmeye çalışma alışkanlığının olmasının devleti denetim altında tutmayı mümkün kılacağına işaret etmiştir. Minimal devleti destekleyen siyasî kültürün var olduğu bir toplumda bireyler her problemleri ve ihtiyaçları için devlete dönmez. Kendi geçimlerini sağlamayı; inanç, giyim, meslek vs. bakımlardan kendi yollarında gitmeyi; ortak problemlerini aynı durumda olan diğer bireylerle birlikte gönüllü inisiyatiflere dayanan çabalarla çözmeyi ister ve becerir. Bu, siyasî otoritenin toplumsal kaynakları ve enerjiyi emerek irileşmesini; sivil toplum alanlarını işgal etmesini; denetlenemez bir güç temerküzü gerçekleştirmesini; herkesin başkalarının aleyhine, kendi lehine kullanmayı isteyeceği bir cihaza dönüşmesini engeller.
Kolektivist siyaset modelinin temel sosyal kurumları bireyci modeldekilerin tam tersidir. Bu model şu kurumlara dayanır: (1) Bireysel tercih alanı ciddî şekilde sınırlanır, zira, devlet bürokratlarının, plancıların ve politikacıların tercihleri ve kararları bireylerin tercihlerine ve kararlarına üstün sayılır. Meselâ, ekonomide ne üretileceğine ve nasıl üretileceğine, piyasa ekonomisinde olduğu gibi tüketici taleplerini izleyen müteşebbisler değil ekonomi plancıları karar verir. (2) Gelir onu üretenlerden devlete ve devlet aracılığıyla başkalarına zora dayalı olarak aktarılır. Bu uygulama zamanımızda çok yaygındır. Modern devlet aslında esas itibarıyla bir transfer aygıtı olma noktasına ulaşmıştır. Devamlı olarak birilerinden alır, başka birilerine verir. Demokratik süreçler ve gelirine el konulan ve gelir aktarılan kesimler arasındaki asimetrik menfaat algısı, geliri zorla transfer edilenlerin ne olup bittiğini anlamasını zorlaştırır, gelir aktarılanları kuvvetli menfaat gruplarına dönüştürür. Dolayısıyla, zorla aktarımı uzun vadeli ve kalıcı kılar. (3) Bol miktarda tarihî kanıtın gösterdiği üzere, kolektivizm güçlü bir merkezî otorite gerektirir. Aksi takdirde, zora dayalı transferler gerçekleştirilemez. Böylece, sözüm ona iyi niyetlerle yetkileri ve gücü artırılan devlet yavaş yavaş sivil toplum alanını işgal eden bir leviathan (canavar) olmaya doğru ilerler.
Bu gerçeklerin ışığında şu sonuca varabiliriz: İnsan hak ve özgürlüklerine değer ve önem veren, insanların devletin ve devlet aracılığıyla başka bazı insanların kölesi durumuna düşürülmesini istemeyen kimselerin, toplumun bireycilik ilkelerine uygun olarak siyasî ve ekonomik yapılanmasını oluşturmasına çalışması, böyle bir yapılanma zaten var ise onun korunmasına gayret etmesi gerekir.