Osmanlı’dan tevarüs eden hal’ geleneğinin Cumhuriyet Türkiyesi’ne ilk uyarlanışıdır 27 Mayıs… Hareketin başarıya ulaşması, izleyen dönemlerde karşılaşılan ihtilal teşebbüsleri için cesaret verici olmakla kalmamış, meşru hükümetlerin kaba kuvvetle iktidardan uzaklaştırılabileceği fikrinin belleklerde yer edinmesine de zemin hazırlamıştır.
Siyasî tarihe bakıldığında Osmanlı’dan Türkiye’ye, saltanattan cumhuriyete, tek partili hayattan çok partili siyasete kadar “idarenin şekli” ile ilgili çok şeyin değiştiği, lakin kaba kuvvetle ülke yönetimine müdahale geleneğinin korunduğu görülür.
Öyle ki tahtından indirilen ilk Osmanlı padişahı olan II. Osman’ın hunharca öldürülmesiyle 1622’de başlayan hal’ (darbe) geleneği Cumhuriyet’e de sirayet etmiş; padişaha ve yedi düvele rağmen kurmakla iftihar ettiğimiz TBMM, kuruluşundan kırk yıl sonra meydana gelen 27 Mayıs ihtilalinin kural tanımaz cuntacıları tarafından kapatılmıştır. Akabinde kurulan cunta idaresi, halkın iş başına getirdiği hükümetin iki bakanıyla başbakanını takvimlerin 20. yüzyılın ikinci yarısını gösterdiğine bakmadan darağacına gönderdiğinde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kabul edileli sadece onüç yıl olmuştu.
Siyaset ve idare üzerine 27 Mayıs ile düşen asker gölgesi, etkisini bu tarihten sonra da hissettirmiştir.
Askerin siyaset üzerindeki bu ağırlığından olağan, hatta olması gereken birşeymiş gibi bahseden çevreler, duruma meşruiyet kazandırmak için mütemadiyen birtakım gerekçeler uydurma yolunu seçmişlerdir. 61 Anayasasını getirdiği için 27 Mayıs’ı kutsamışlar, ‘millî görüş’ çizgisinden ayırıp Ak Parti’yi ortaya çıkardığı için 28 Şubat’a özel bir sempati beslemişlerdir. Fakat gariptir, bu partinin iktidara gelmesine de, 2007’de cumhurbaşkanı seçmesine de en çok karşı çıkan yine bu çevrelerdir.
Bir an için ihtilallerin hayırlı birtakım neticelerinin de bulanabileceğini varsaysak bile, 27 Mayıs müdahalesi sayesinde özgürlükçü bir anayasaya sahip olduğumuz iddiası yine de bir tevatürden ibarettir; üstelik 1924 anayasasına yapılan haksızlıktır.
Kaldı ki 27 Mayıs’ın hak ve özgürlükler adına verdikleri, 12 Mart ve 12 Eylül müdahaleleri ile geri alınmıştır. Tek başına bu olgu bile askerî müdahalelerin, ülkeleri demokratikleştirmek için isabetli bir tercih olmadığını ortaya koyar zaten. Aksi mümkün olsa, Mısır, Pakistan ve Azerbeycan’ın demokratik ülkeler sınıfında yer alması gerekirdi.
Ayrıca ‘hayırlı’ birtakım neticelerinin olması dahi ihtilallere haklılık ve meşruiyet kazandırmaz, müdahaleyi mazur da göstermez.
Tarihin kendi mecrasında ilerlemesi halinde ulaşıp ulaşamayacağımızı bilemeyeceğimiz bazı sonuçları teminat(!) altına almak için ‘gerektiğinde’ askerî müdahalelere destek verilmesi gerektiği tezi geçerli olsaydı; topraklarının büyük kısmını Birinci Dünya Savaşı’nda kaybettikten sonra sığındığı son kale olan Anadolu’nun da elden çıkma tehlikesi başgösterince verdiği kurtuluş mücadelesi ile istiklaline kavuşan bir memleketin evlatları olarak “iyi ki yenilmiş, işgal edilmişiz. yoksa hâlâ saltanatla idare edilen, cumhuriyete geçememiş bir ülke olarak kalacaktık” diyebilmemiz lazımdı.
Aklı başında kaç kişi böyle bir saçmalığı savunabilir ki?