C. Murray’ın bir yazısından öğreniyoruz ki, Rus düşünür N. Berdyaev, 1990’da yazdığı bir kitapta “Rus halkı ve Rus aydınları hakikat üzerine inşa edilmiş bir krallık arayışına yatkındır” dedi. Milyonlarca Rus, on yıllar boyunca, sosyalizmin böyle bir krallık olduğuna inandı. Ancak, Rusya’da bu kavrayış sosyalizmle doğmadı, daha eskilere giden kültürel kökleri vardı. 19. Yüzyıl Rus edebiyatçısı Tolstoy, “Bir Tavuk Yumurtası Kadar Büyük Bir Tohum” adlı eserinde insanların tabiatla uyumlu, ahlâken ve fiziksel olarak sağlıklı, uzun ve mutlu yaşamasını garanti edeceğine inandığı âdil bir ortamı anlattı. Bu ortamın oluşması için paranın, ticaretin ve mülkiyetin ortadan kalkması gerektiğini söyledi. Hikâyede yaşlı bir köylü Çar’a şöyle seslenmekteydi:
“Benim zamanımda hiç kimse ekmek satma ve alma gibi bir günahı düşünemezdi bile. Paraya gelince, hiç kimse böyle bir şeyi bilmezdi: Herkesin kendi yeterli ekmeği vardı… Benim tarlam Tanrı’nın toprağıydı. Nereyi sabanla sürersen, tarla orasıydı. Toprak o zaman özgürdü (serbestti). Hiç kimse bir toprak parçasının kendisinin olduğunu söyleyemezdi; yalnızca senin emeğin senindi.”
Tolstoy bu “âdil” ortamdan ve yüksek ahlâkî pozisyondan düşüşü şöyle ifade etti:
“Bunların hepsi insanların artık emekleriyle yaşamaması yüzünden oldu; insanlar gözlerini başka insanların sahip oldukları şeylere diktiler. Bu eski zamanlardaki yaşayış biçimleri değildi; eski zamanlarda insanlar Tanrı’ya yönelerek yaşardılar. Kendilerinin olan şeylere sahiptiler ve başkalarının olan şeylere imrenmediler.”
Yine Murray’ın işaret ettiği üzere, Tolstoy tarihten haberdardı; tasvir ettiği bu “güzel” geçmişin asla yaşanmamış olduğunu biliyordu. Onu bunları yazmaya tahrik ve teşvik eden, tomurcuk hâlindeki kapitalist gelişmenin Rus köylüsünün hayatına tesiriydi ve yazar geçmişe atıfla bir gelecek düşlemekteydi. Günümüzün popüler kültüründe eşitlik, adâlet, eşit iş bölümü, eşyaların eşit paylaşımı, paranın ve mülkiyetin olmaması gibi özlemler-talepler-vaatler Marksizm’e atfedilir; ama Marksistler bu fikirlerin mucidi değildir. Keza, bu fikirler, kapitalizme reaksiyon olarak da doğmamıştır. Meselâ, “paranın kötülüğü” fikri Shakespeare’de de vardır. “Âdil” ve rasyonel bir dünya tasavvuru Thomas More ve Campanella gibi ütopycıların eserlerinde de görülür. Şüphesiz, başka kültürlerde de benzer fikirlerle karşılaşılır. Dinî, seküler, Marksist, neo-Marksist, anti-Marksist, modernist, anti-modernist bu ütopyaların hepsinin temel özelliği evrensel hakikati keşfettiklerini ve bu hakikat üzerine kurulacak dünyanın formüllerini geliştirdiklerini iddia etmeleridir. Para, özel mülkiyet, piyasa, pazar için üretim, zenginlik, tüketime düşkünlük, eşitsizlik ise bu ütopyalarda daima kınanır, hatta lanetlenir.
Bu olgunun ışığında birbirini tamamlayan iki suali gündeme getirmemiz gerekir: İyi toplum-sistem hakikat üzerine inşa edilen midir? Günümüz dünyasında toplumları-sistemleri hakikat üzerine inşa etmek mümkün müdür? Birinci soruya “evet” cevabı verilebilirse ikinci soru üzerinde kafa yormak anlamlı olabilir. Cevap hayırsa, ikinci soru kendiliğinden geçersiz hâle gelir. Her kültürde hakikati bulmak ve toplumu, toplumsal sistemi o hakikat üzerinde, etrafında inşa etmek gerekir fikrini savunan kişi, grup ve akımlar karşımıza çıkar. Bunlar, bu yapıldığı takdirde, bildiğimiz bütün beşerî problemlerin ebediyen ortadan kalkacağına inanır. Ancak, hakikat üzerine toplum ve siyasî-ekonomik sistem kurma teşebbüsleri, kaçınılmaz olarak kaos ve kargaşa yaratır ve en sonunda insanların köleleştirilmesiyle noktalanır.
Hakikat nedir? Bu iki kelimelik soru, ilk izlenimde sanılabileceğinin aksine, çok ağır ve karmaşıktır. Ayrıca, ek sorularla dallanır budaklanır. Hangi hakikat? Neyin hakikati? Aslında hakikat bir tane değildir, çoktur. Başka bir deyişle, geniş bir toplumda hem çok sayıda hakikat alanı hem de her alanda çok sayıda hakikat iddiası bulunur. Birçok durumda bu hakikatler yarış ve çatışma hâlindedir. Hakikat imparatorluğu çok sayıda hakikat üzerinde kurulamayacağından hakikatlerin, en azından kilit alanlardaki hakikatlerin, teke indirilmesi gerekir. Bu nasıl yapılabilir? Bize bunu yapmada ne-kim rehberlik etmelidir? Din mi? Bilim mi? Tarihî bir lider mi? Hangi din, hangi bilim, hangi lider? Her hakikat grubu kendi hakikati peşinde gitmede ısrar ederse ne olacaktır?
Hakikat üzerine iyi bir toplum ve iyi bir sistem kurulamaz. Tek hakikat olsa bile insanların onu arama, anlama ve yansıtma yolu birden fazla. Hakikati anlama ve hakikate ulaşma yol ve yöntemleri hakikatin kendisi kadar önemli. Toplumlarda hakikat olarak kabul ve saygı gören kurum ve kurallar da hakikati keşfetme gücüne sahip kafaların eseri olmak yerine insanî hayatın olağan akışının ürünü. İyi toplum insanların hakikatin ne olduğu üzerinde müttefik kaldığı toplum olmadı, olamazdı. İyi toplum ortak hayatın ortak hakikatlerden çok barışçıl birlikte yaşama kurallarına dayandığı toplumdur. Bu toplumlarda herkesin hakikati kendinedir. Kimse kimseye hakikat dayatma hakkına sahip olduğunu iddia edemez. Hakikatin ne olduğu üzerinde bütün insanları veya insanların “ezici” çoğunluğunu uzlaştıramayız. Ancak, farklı hakikatlerin izleyicileri arasında çıkan ihtilâfların nasıl çözüleceğiyle ilgili kurallar üzerinde geniş ölçüde hemfikir olabiliriz.
Kimse kimseye hakikat dayatamayacağı gibi, devlet de bir hakikat grubu adına geri kalanlara bir grubun hakikatini dayatamaz veya herkesi kendi hakikatine uymaya zorlayamaz. Bu bizi tarihî bir gerçeğe götürür. Hakikat devletleri baskıcı, zorba, insanları değişik ölçüde köleleştiren devletlerdir. Zorbalığın ne adına -din, bilim, ideoloji, ırk, ulu önder- yapıldığı zorbalığın yanlış ve zulmedici olduğu gerçeğini değiştirmez. Zorba devlet hakikatçi ve sınırsız devlettir. Onun alternatifi hakikat peşinde koşmayan sınırlı devlettir. Sınırlı devlet sistemini benimsemenin gerekçesi, sadece, ona eşlik eden özel mülkiyet ve piyasa ekonomisinin ekonomik üretimi artırması değildir. Farklı hakikatlere ve farklı mutluluk anlayışına sahip vatandaşları barışçıl ve ahenkli şekilde bir arada tutabilmesi ve onlara kendi yollarında ilerleme imkânı-fırsatı vermesidir. Sınırlı devlet, Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi’nin yazarı ve ABD’nin üçüncü Başkanı Thomas Jefferson’ın 1801’de göreve başlama nutkunda belirttiği üzere, insanları birbirine zarar vermekten alıkoyan, böyle yapmadıkları sürece onları kendi gayretlerini ve iyiliklerini regüle etmede serbest bırakacak olan akıllı ve sade devlettir.