Tam iki yıl oldu.
Proje büyüktü; Türkiye’yi uçuracak, ayaklarındaki prangalardan kurtaracak bir projeydi. Devlet ilk kez sorunun adını koyan bir çalıştay düzenleyerek yeni bir dönem başlatmıştı. Bir yandan PKK silahsızlandırılacak, öte yandan Kürt kimliğinin siyasal ve kültürel zeminlerde ifadesi kolaylaştırılacaktı.
Proje doğruydu. Şiddet tüm dünyada bir siyasal mücadele yöntemi olarak lanetleniyordu. Irak’ta taşlar yerine oturuyor, ABD tam destek veriyordu. Türkiye’nin bölgesel etkisi hem ekonomik hem diplomatik olarak zirvedeydi. Halk da bıkmıştı; Kürtler biraz özgürlük ve refah istiyor, barışın kalıcı hale gelmesini bekliyordu. Türkler de artık şiddetin demokrasiyi ve ekonomiyi rehin almasından bıkmışlardı.
Ancak PKK, bir yandan bu sürecin içinde, muhatap olmak istiyor, öte yandan da her durumda tasfiye edileceğinden korkuyordu. Ne dünyada ne bölgede PKK’nın müttefiki kalmıştı; ABD, PKK’yı Türkiye ile ‘ortak düşman’ ilan etmiş, Barzani ve Talabani PKK’nın şiddet politikasının Irak’ta kendi geleceklerini tehdit ettiğini kavramıştı.
Öte yandan Türkiye demokratikleşiyor, çeteler deşifre ediliyor, faili meçhuller araştırılıyordu. Asker kışlasına çekilirken siyaset kurumu hem katılım ve temsil kanallarını açmaya uğraşıyor, hem de kamusal hizmetlerin Kürt vatandaşlara da ulaşmasını sağlıyordu.
Dışarıda yalnızlaşan, içerde demokratikleşme ve refah imkânlarıyla hareket alanı daralan PKK son derece çaresizdi. Demokratik açılım projesiyle ‘inisiyatif’ alan hükümet karşısında derin bir panik yaşadı. Ne kaçabilirdi bu süreçten ne de katılabilirdi; sabote etmeyi tercih etti.
19 Ekim 2009’da Habur’dan PKK’ya yakın 34 kişinin girişi ‘açılım’ın bir parçası gibi görünmekle birlikte ‘açılım’ı bitiren bir gelişme oldu. PKK, çaresizliğini gizlemek için ‘dönüşleri’ bir zafer havasında sunmaya çalışırken, süreci durdurmak isteyen ‘Türk şahinler’ de PKK’nın bu oyununa ortak oldu, açılımın PKK’nın zaferi olduğu havasını pompaladı.
Bu işin ‘idari’ boyutuna odaklanan hükümet çevreleri dönüşlerin medya sunumunu ve dönen PKK’lıların verdiği mesajları yönetemediler. Habur’la ‘açılım’ siyaseten çöktü. O gün gazete ve TV haberlerine, internet sitelerine bakın; nasıl bir psikolojik operasyon yapıldığını görürsünüz.
Hükümetin cesareti o gün imha edilmiş, inisiyatif de yavaş yavaş PKK’ya geçmeye başlamıştır. Bir ay sonra Reşadiye saldırısıyla 7 askerin şehit edilmesi bardağı taşırdı. AK Parti’nin oylarının düşmeye başladığı haberleri, bu defa da hükümet partisini telaşlandırdı.
Sessiz bir ara formül bulundu; Öcalan’la görüşerek bu işi halletmek. Nasıl olsa Öcalan devletin elindeydi ve devletin Öcalan’la görüşmesi kamuoyunda kanıksanmaya başlamıştı. Sonuçta, Kürt meselesini kamuoyu önünde fazla köpürtmeden ‘tepeden’ bir çözüm kotarma stratejisi benimsendi. ‘Akan kanı belki Öcalan’ durdurabilirdi.
PKK hemen siyasal zeminde vites büyüttü; sivil itaatsizlik, cuma boykotu, demokratik özerklik, oturma eylemleri… Hükümet hareketsiz kaldıkça ve hatta yer yer milliyetçi bir dile savruldukça bu eylemler siyaseten karşılık da buldu. Şiddeti de yedeğine alan eylemler karşısında, meseleyi kamuoyu önünde tartışmak yerine Öcalan’la görüşme stratejisine dayandırma görüşü ağırlık kazandı.
Siyasal süreçleri ve aktörleri dışarıda bırakan bu strateji inisiyatifin tamamen PKK’ya geçmesiyle sonuçlandı. Bir anda devlet, Öcalan ile PKK’nın arasında kalıverdi, örgüt içi iktidar çatışmasının içinde buluverdi kendini. Öcalan’la bu iş çözülecekse onun örgüte hakim olması gerekiyordu, ama Silvan saldırısı bir kez daha Öcalan’ın örgüte hakim olmadığını gösterdi. Son açıklamasında Öcalan bunu örtülü bir şekilde itiraf ediyor; ‘Bana rolümü oynamam için gerekli pratik araçların sunulması gerekir’.
Buyurun, Kürt sorununu siyaseten çözmek yerine Öcalan’la anlaşmayı deneyenler, önce Öcalan’ı destekleyip yeniden örgüte hakim hale getirmek zorundalar. Yoksa Öcalan’la anlaşmanın bir anlamı yok. Ne tuhaf, değil mi? İşte, siyaseti dışlarsanız inisiyatif sizde olmaz.
Gelinen nokta budur; ‘açılım’dan kaçınmak inisiyatifi PKK’ya vermek demektir.
Zaman, 22.07.2011