Son dönemde sıkça kullanıldığını fark ettiğim bir kavram var. Üretim ekonomisi. Sanırım bu kavramdan çoğunluğun anladığı şey, bol mal ve hizmet üreten, istihdam yaratan dinamik bir ekonomiye sahip olmak. Ekonomi yetkililerimizin, güvenilir limanlar arayan yatırımcıları, küresel markaları Türkiye’ye davet eden açıklamaları çok güzel. Fakat Türkiye üretim ekonomisi için uygun bir habitat sunuyor mu acaba?
The Heritage Foundation’ın 2020 yılındaki ekonomik özgürlük endeksine göre Türkiye 180 ülke arasında 71. sırada. Cato Institute’un 2018 yılındaki insanî özgürlük endeksine göre ise 162 ülke arasında 95. sırada. Eski doğu bloku ülkesi olan bölgemiz ülkelerinden Bulgaristan, Romanya, Gürcistan, Arnavutluk gibi ülkeler bu sıralamalarda üzerimizdeler. Bu komşularımız, dünyadaki en zengin ülkelerin, ekonomik özgürlük sıralamalarının en tepesindeki ülkeler olduğunu iyi analiz edebiliyorlar olsa gerek ki, eski kötü alışkanlıklarını bırakarak, girişimcilere iyi bir iş yapma ortamı sunmaya çalışıyorlar. Bugün Bulgaristan’da kurumlar vergisi oranı % 10, gelir vergisi sabit oranda % 10. Romanya’da kurumlar vergisi oranı % 16, gelir vergisi sabit oranda % 10. Arnavutluk’ta kurumlar vergisi oranı % 15, gelir vergisi oranı sabit oranda % 15. Karadağ’da kurumlar vergisi oranı % 9, gelir vergisi oranının ise en yüksek dilimi % 11. Bu ülkeler zenginliğe ulaşmak yolunda çok yolları olduğunu bildikleri için en akıllıca politikayı izleyerek şirketlere iş yapılması en kolay ortamları sunmaya çalışıyorlar. Türkiye’de kurumlar vergisinin % 22, gelir vergisinin en yüksek diliminin oranının % 35 olduğunu düşünürsek, Türkiye’nin şirketlere bu ülkelere göre astronomik bir vergi yükü sunduğunu söyleyebiliriz. Zaten pek çok yerli şirket bu ülkelere kaçıyor. Ekonomik özgürlük endekslerinde vergi yükü çok önemli bir faktör olmakla birlikte tek faktör değil. Bu yazının konusu da vergi yükü değil. En az vergi yükü kadar problemli olan, şirketlere ve halkımıza çok yüksek ama ölçülmesi çok kolay olmayan maliyetler getiren, adeta gizli bir vergi niteliği taşıyan aşırı regüle etme hastalığı, bu yazının konusu.
Aşırı regülasyon aslında dünyadaki tüm ekonomilerin güncel problemi. Trump, ABD’de başkanlığa ilk geldiğinde her yeni regülasyon için iki tane eski regülasyonun kaldırılması hedefini bildirmişti. Regülasyonlar dünyanın her yerinde yeni bir işletme açmanın ya da mevcut işletmeyi devam ettirme çabasının karşısında en önemli engellerden biri oluyor. Kimse tarafından seçilmemiş, başka bürokratlar tarafından atanmış bürokratlarca hazırlanıyor çoğu regülasyon. Herhangi bir regülasyona uyum için harcanmış her kuruş, şirketlerin ilave bir istihdam yaratma, kâr ederek sermaye birikimi elde etme ve bunu yüksek teknolojili yatırımlara dönüştürme gibi topluma çok faydalı eylemlerinin önüne geçiyor. Yani burada iki yönlü bir darbe var ekonomiye. Bir taraftan regülasyon yapan ve uygulayan bürokrat ordusu sebebiyle vergiler verimli serbest piyasadan verimsiz bir alana kayıyor. Diğer taraftan da şirketlerin regülasyonlara uyma gayreti sebebiyle kârları azalıyor ya da zarar ediliyor. Regülasyonlar neticede tüketiciye de fiyat artışı olarak yansıyor. Prensip olarak insan sağlığı ve kişilik haklarının korunmasını hedefleyen düzenlemelerin haricindeki regülasyonlar çoğunlukla gereksiz, faydasız, hatta zararlıdır. Regülasyondan kastım yönetmelik, tüzük, yönerge ve hatta kanun. Piyasada iş yapan insanların kaderini derinden etkileyen konularda hazırlanan regülasyonlar seçilmişler tarafından değil, konuyu siyasetçiye göre nispeten daha iyi bilen (ama müteşebbise göre daha az bilen) fakat herhangi bir sorumluluğu bulunmayan bürokratlarca hazırlanıyor. Belki işin ruhunda bu var. Siyasetin tüm konulara detaylı bir şekilde hâkim olması mümkün değil. Mevzuat metinleri bürokratların elinden çıkmak zorunda. Mevzuatı onlar yazar. Bu konuda siyasetçiye düşen, herhangi bir ekonomik konuda bir mevzuat yazılırken o sektörde faaliyet gösteren işletmelerin sürece katılmasını sağlamak ve bürokrasinin devamlı büyüme ve hâkimiyet alanını genişletme eğiliminin farkında olarak ekonomik hayatı gereksiz mevzuattan korumak olmalı. Ludwig von Mises, Bürokrasi adlı şaheserinde, “Her gün bürokratların nüfuz ve kudreti biraz daha artmaktadır. Yakın zamanda memleket idaresi tamamıyla onların eline geçecektir. Bürokrasi sisteminin antiliberal, antidemokrat, anti-Amerikan olduğuna, anayasanın ruhuna ve lafzına tam manasıyla aykırı olduğuna ve Stalin ile Hitler’in totaliter metotlarının kopyası olduğuna hiç şüphe yoktur” demektedir.
Aşırı regülasyona örnek vermek gerekirse, Türkiye’de bir otelde odalarda bulunması gerekli olan yatak, yastık, yastık kılıfı, çarşaf, pike, yorgan, yatak başucu sehpası, priz, tuvalet masası vb gibi eşyaların sayısı, kaç metrekare odanın kaç kişilik olması gerektiği, süit odanın özellikleri, odaların aile odası ya da süit oda olarak düzenlenebilip düzenlenemeyeceği, apart odaların toplam yatak sayısına oranı, hangi katta müşteri odası yapılıp yapılamayacağı, devre tatil hakkının hangi tesislerde olabileceği, hangi tesiste nasıl bir asansör bulunması gerektiği, kaç yıldızlı otelde hangi hizmetlerin verilmesi gerektiği gibi bilgiler ve daha yüzlerce detay yönetmelikle belirlenmektedir. Bir butik otelde “üstün kaliteli, özel tasarım seri üretim, sanatçı tarafından tesise özel olarak tasarlanarak üretilmiş veya antika ürünlerden oluşan tefriş, dekorasyon, donanım ve servis malzemeleri bulunması gerektiği” gibi bir madde, yönetmelikte yer alan yüzlerce gereksiz detaydan sadece bir tanesidir. Bir kişi tüm bu detayların gerekli olduğunu düşünebilir. Oysa bir turizm işletmesinin sahibi, müşterilerini mutlu edebilmek için odada kaç yatak, kaç yastık vs bulunması gerektiğini, bir butik otel sahibi ise antika ürünlerden oluşan tefriş malzemelerini kullanıp kullanmayacağını, bu yönetmeliği yazan ve uygulayan bürokrattan çok daha iyi bilmektedir. Bir otel sahibi, müşteri odasına koyduğu TV’yi ya da klimayı yönetmelikte yazdığı için değil, müşteriyi memnun etmek için koymaktadır. Bir başka sektörden örnek vermek gerekirse, Türkiye’de bir dil kursu, 1 kanun, 4 yönetmelik, 3 yönerge, 1 usül ve esas olmak üzere toplam 241 sayfa ve 258 maddeden oluşan Milli Eğitim Bakanlığı mevzuatına tabidir. Bu mevzuatta odaların, dersliklerin kaç metrekare, kapı genişliğinin ve koridorların kaç santim olması gerektiğinden tutun, öğretmenler ve disiplin kurulu kararları, nöbet defterleri, gelen-giden evrak dosyaları, resmi yazı bittikten sonra imzanın kaç santim aşağıya atılması gerektiği vb. yüzlerce konu en ufak detayına kadar regüle edilmektedir. Türkiye’nin eğitim alanındaki başarılarına bakınca bu şekilde regüle etme sevdasının da pek bir işe yaramadığı ortadadır. İngiltere’de ise bir dil kursu herhangi bir mevzuata tabi değildir. Bir şirketin dil öğretme maksadı ile ticaret odasına kayıt olması yeterlidir. İngiltere’ye her yıl dünyanın dört bir yanından milyonlarca öğrenci dil öğrenmeye gider. Eğitimiyle, konaklamasıyla, yayınıyla dev bir gelir kapısıdır bu ülke için. Ülkemizdeki mantıkla baktığımızda bu sektörü regüle etmek için çok gerekçe vardır. Fakat regüle etmemeyi tercih etmektedirler. Doğru kararı müşteri verir, müşteri iyi kurumu kötü kurumdan ayırmasını bilir, kötü hizmet veren işletme yaşayamaz düşüncesi vardır. Müşteriye yapılan en ufak bir yanlış sosyal medyada ses getirir. Bugün işletmelerin müşterilerine iyi mal ve hizmet vermelerini sağlayan faktör regülasyon değil sosyal medyadır.
Son dönemde tüm dünyada insanların hayatına giren bir regülasyon da kişisel verilerin korunması hakkındaki kanunlardır. İnsanların hassas kişisel verilerinin bu verileri saklayan şirketler tarafından iyi bir şekilde korunması, bununla ilgili teknik ve idarî önlemlerin alınması, zamanı geldiğinde imha edilmesi vb. gibi önlemlerin alınmasının istenmesi yanlış değildir. Fakat burada da kantarın topuzu kaçmış gibi gözükmektedir. Kişisel verilerin korunması, esasen teknoloji devlerini ilgilendirmektedir. Bu konuyla ilgili tedbirler, bir müşterisine gerekli izinleri almadan mesaj atan bir doktorun ya da berberin 50.000 TL ceza alması için düzenlenmemiştir diye tahmin ediyorum. Çoğu küçük işletmenin bu kanun hakkında danışmanlık alabilecek bir maddi imkânı da, onca mevzuat ve iş yükü arasında bunu araştırıp kendi kendine öğrenme ihtimali de yoktur. İşletmenin müşterisinin isim ve telefonunu saklama ihtiyacı duyduğunda doğru şekilde düzenlenmiş aydınlatma metni ve açık rıza beyanı imzalatılması, eğer bu bilgileri dijital ortamda saklıyorsa başta güvenlik duvarı ve ağ geçidi olmak üzere ancak uzman bir bilişimcinin yardımıyla anlayabileceği gerekli teknik tedbirlerin alınabilmesi, işletmeye internetten gelen bilgi alma formlarında yine açık rıza beyanı ve aydınlatma metinlerinin dijital olarak imzalatılıp zaman damgalı loglarla saklanması, kişisel verilerin kâğıt olarak ya da dijital ortamda saklandığı ortamın kilit altında tutulması, bu ortamdaki giriş çıkış kayıtlarının muhafaza edilmesi, eğer kamera kullanıyorsa kamera ile ilgili ayrı metinler hazırlanması, personelin özlük dosyası gibi dosyaların kilitli ortamda tutulması, personele ayrıca bir takım metinler imzalatılması, verilerin bir süre sonra kimsenin ulaşamayacağı şekilde silinmesi ya da anonim hale getirilmesi gibi çoğu işletmenin kolay kolay altından kalkamayacağı, burada saymanın mümkün olmadığı pek çok detay bulunmaktadır. Küçük bir işletme sahibinin bu detayları bilmesini beklemek doğru değildir. Dünya devi teknoloji şirketleri kanuna uymakla ilgili her türlü maddî imkâna sahipken küçük işletmeler başlarına ne gelebileceğinin bile farkında değildir. Kanun, en çok bu konuda danışmanlık yapan şirketlere yaramış gözükmektedir.
İşletmelerin uymak zorunda olduğu mevzuat toplamı binlerce maddeden oluşmaktadır. Hiçbir çalışanına en ufak bir yanlış bile yapmayan bir işletme bile, özlük dosyalarını muntazam hazırlamadığı, bordroları imzalatmadığı, giriş çıkış föyü kullanmadığı gibi “suç”lar yüzünden ceza yiyebilmektedir. Yine küçük işletmelerin patronlarının iş kanunu ile ilgili teferruatları bilip yerine getirmesi çok mümkün değildir. Bir insan kaynakları uzmanı da istihdam edemezler. Elli ayrı müşteriye yetişmeye çalışan malî müşavirin de bu işin altından kalkması imkânsızdır. Takip etmeleri gereken tek kanun iş kanunu da değildir. İşletmeler harfiyen uymalarının imkânsız olduğunu bildikleri binlerce maddelik farklı farklı mevzuatla karşı karşıyadırlar. Winston Churchill’in dediği gibi, “eğer on bin regülasyon yaparsanız kanuna duyulan tüm saygıyı yok edersiniz”.
Regülasyonlar en çok yeni kurulmuş şirketlere zarar verir. Sektörde yıllardır faaliyet gösteren ve yerini sağlamlaştırmış firmalar bazen regülasyon taraftarı olurlar. Çünkü artık maddî olarak kuvvetlidirler, yıllar önce uyamadıkları regülasyonlara uymak artık onlar için daha kolay hâle gelmiştir. Regülasyonlar yeni şirketlerin sektöre girerek rekabet yaratmasının önündeki en büyük yapay engeldir çoğu zaman. Küçük işletmeleri regülasyonlarla boğmak ekonomiye ve topluma çok zararlıdır. Küçük işletmeler toplumdaki en vasıfsız insanlara istihdam sağlarlar. Bugün ülkedeki toplam özel sektör istihdamının yaklaşık yüzde sekseni küçük ve orta ölçekli işletmeler tarafından sağlanmaktadır. Fakat bu şirketler ya kısa zamanda batmakta ya da büyüyememektedir. Zaten büyük ölçüde kısa vadeli borç ile kurulan bu işletmeler, zorlu geçen ilk birkaç yıllık maceralarında vergi ve regülasyonlarla batırılmaktadır. Bunları regülasyon ve vergiye boğarak yok etmek yerine ülke ekonomisini yatırım ve girişim dostu bir ekonomi haline getirmek gerekmektedir. Üretim, istihdam ve kâr, vergiden çok daha faydalıdır. Ludwig von Mises Bürokrasi’de şöyle demektedir: “Bugün iş dünyasında durum budur. Yalnızca bir örneğe bakalım, gelir vergisi. Geçmişte becerikli bir yeni gelen (işletme) yeni bir proje başlatmıştır. Mütevazı bir başlangıçtır; fakirdir, fonları azdır ve çoğu borçtur. İlk başarı geldiğinde, tüketimini artırmamış, ancak kârın çok daha büyük bir kısmı ile yeniden yatırım yapmıştır. Böylece işi hızla büyümüştür. Kendi kulvarında lider olmuştur. Tehditkâr rekabeti, eski zengin firmaları ve büyük şirketleri, yönetimlerini onun müdahalesinin getirdiği koşullara uymaya zorlar. Onu göz ardı edemezler ve bürokratik ihmallere kapılamazlar. Böylesine tehlikeli yenilikçilere karşı gece gündüz tetikte olma zorunluluğu altındadırlar. Kendi işlerinin yönetimi için yeni gelenle rekabet edebilecek bir adam bulamazlarsa, kendi işlerini onunla birleştirmek ve liderliğine teslim etmek zorunda kalırlar.
Ancak bugün gelir vergisi, yeni gelen böyle bir işletmenin ilk kârının yüzde 80 veya daha fazlasını yutuyor. Sermaye biriktiremeyecek; işini genişletemeyecek; teşebbüsü asla büyük bir iş hâline gelemeyecek. Eski müesseseler kıyasıya rekabet tehlikesinden kurtulmaktadır. Eski şirketler zaten azımsanmayacak bir sermayeye sahiptir. Gelir ve kurumlar vergileri, eski şirketlerin daha fazla sermaye biriktirmesini engellerken yeni gelen şirketin sermaye birikimini tamamen engeller. Yeni gelen, sonsuza kadar küçük işletme olarak kalmaya mahkûmdur. Zaten var olan işletmeler, yeni gelen becerikli şirketlerin tehlikelerine karşı korunaklıdır. Rakipleri tarafından tehdit edilmiyorlardır. İşlerini geleneksel çizgilerde ve geleneksel boyutta tutmakla yetindikleri sürece sanal bir ayrıcalığın tadını çıkarırlar. Elbette ki daha fazla gelişmeleri kısıtlanmıştır. Kârlarının vergiler tarafından sürekli olarak tüketilmesi, işlerini kendi fonlarından genişletmelerini imkânsız kılar.”
Türkiye’de yakın geçmişte bürokratik oligarşiye karşı verilen mücadeleden çok bahsedildi. Bürokratik oligarşi kavramı ağırlıklı olarak yargı bürokrasisine karşı kullanılageldi. Bugün ise bürokratik oligarşi dendiğinde, 657 gibi dünyada eşi benzeri bulunmayan bir memuriyet statüsüne sahip, devamlı büyüyen ve hâkimiyet alanını genişleten, hemen her alana yayılmış bürokrasi anlaşılmalı. Türkiye’nin aşırı regülasyon hastalığını yenebilmesi için devletin sınırlarının yeniden belirlenmesi şart.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, Halit Ayarcı saatleri ayarlama enstitüsünün faydalarını şu sözlerle anlatır: “Bu demektir ki iyi ayarlanmış bir saat bir saniyeyi bile ziyan etmez. Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Herkes günde saat başına bir saniye kaybetse, saatte on sekiz milyon saniye kaybederiz. Günün asıl faydalı kısmını on saat addetsek, yüz seksen milyon saniye eder. Bir günde yüz seksen milyon saniye yani üç milyon dakika; bu demektir ki günde elli bin saat kaybediyoruz. Hesap et artık senede kaç insanın ömrü birden kaybolur. Halbuki bu on sekiz milyonun yarısının saati yoktur; ve mevcut saatlerin çoğu da işlemez. İçlerinde yarım saat, bir saat gecikenler vardır. Çıldırtıcı bir kayıp. Çalışmamızdan, hayatımızdan, asıl ekonomimiz olan zamandan kayıp. Şimdi anladın mı Nuri Efendi’nin büyüklüğünü, dehasını. İşte biz onun sayesinde bu kaybın önüne geçeceğiz. İşte enstitümüzün asıl faydalı tarafı.”
Türkiye eğer gerçekten üretim ekonomisi dönemine geçmeyi hedefliyor, yatırım ve girişim dostu bir habitat yaratılmak isteniyorsa, her şeyden önce ülkede iş yapmayı daha kolay hale getirmek gerekiyor. Bunun için büyük bir zihniyet devrimi şart. Saatleri ayarlama enstitülerinin ortadan kaldırılması ve regülasyonların azaltılması en az vergilerin düşürülmesi kadar önemlidir.