Bizim gazetenin köşelerinde enteresan bir tartışma başladı. Önce, Mehmet Altan ve Eser Karakaş hocalar, İngiliz The Economist dergisinin AK Parti eleştirilerine kısmen hak vererek hükümetin “muhafazakârlık-demokrasi dengesi”ni iyi tutturması gerektiğini savundular. Bunun üzerine İbrahim Kiras, muhafazakârlığın “demokrasiye ayak bağı” gibi görülmesine karşı çıktı. “Muhafazakârsan muhafazakârlığını bil, otur oturduğun yerde” demeye getiren “liberal” yaklaşımı eleştirdi.
Ben ise kendimce bir “üçüncü yol” tutturma niyetindeyim. Çünkü ortada bir sorun olduğunu, ama bunun “muhafazakârlık” değil, Türkiye’deki hemen her siyasi cenahta görülebilen “otoriterlik” olduğunu düşünüyorum.
Önce kavramları doğru tanımlayalım: Muhafazakârlık, liberalizm, sosyalizm veya milliyetçilik, Batılı ideolojiler. Biz de bunları bir şekilde ithal etmiş ve kendimize göre yorumlamışız. Bazen atladığımız kritik bir nokta ise şu: Bu ideolojilerin hepsinin (çok zorlarsanız liberalizmin bile) “demokratik” veya “anti-demokratik” versiyonları olabilir. Sosyalizmin bir versiyonu Avrupa’nın hoşgörülü sosyal demokratları ise, bir başka versiyonu da Stalin ve Mao’dur.
‘Milliyetçiliğe prim’
Muhafazakarlık da, kuşkusuz, demokratik biçimde ifade bulabilir. Onun için Britanya ve Amerika gibi ileri demokrasilerde “muhafazakârlık” diye meşru bir ideoloji var. Oraların liberalleri de muhafazakârlara “yahu bırakın bu ayakları, bize katılın, yoksa size demokrat demeyiz” demiyorlar.
Türkiye’de ise, AK Parti’nin temelde muhafazakar bir parti olduğu, ama “milliyetçilik” ve “liberalizm”den esintiler taşıdığını söyleye
biliriz. Bazı “liberal”lerin bu yüzden AK Parti’yi sürekli eleştirmeleri ise bence yanlış. Bu dev bir kitle partisinin, tabanındaki “milliyetçi-muhafazakar” değerlerini seslendirmesinden daha doğal ne olabilir?
Bu açıdan, özellikle sol kökenli liberaller arasında çok yaygın olan “AK Parti yine milliyetçiliğe prim verdi; başımıza taş yağacak!” türü yakınmalara çoğu zaman katılmıyorum. Mesela Başbakan’ın “tek bayrak, tek millet” söyleminde bir sorun görmüyorum. Söz konusu “tek millet”in çok renkli olduğu teslim edildikten sonra (mesela AK Parti’nin “aynı sudan içmişiz” klibinde yapıldığı gibi) sorun ne?
Aynı şekilde AK Parti’nin “aile değerleri”ni koruması, içki veya internet kullanımında buna göre düzenlemeler yapması da anlaşılabilir şeyler.
Muhalefete özgürlük
Fakat AK Parti’nin başka bir tutumu var ki, hem Türkiye’de hem de dünyada endişe kaynağı oluyor: Eleştiriye tahammülsüzlük. Bunun muhafazakarlıkla bir âlâkası yok: Türkiye’nin klasik “ataerkil zihniyet”iyle âlâkası var.
Burada AK Partililere iki önemli noktayı hatırlatayım: Birincisi, demokrasinin olmazsa olmazları vardır ve bunlardan biri “ifade özgürlüğü”dür. Hiçbir iktidarın “yalanları susturma hakkı” olamaz; çünkü hiçbir resmi otorite neyin doğru neyin yalan olduğuna karar veremez.
Kâbul; AK Parti’ye karşı husumet dolu bir kitle ve onların yürüttüğü son derece haksız ve yıkıcı bir muhalefet dili var. Ama bırakın konuşsunlar. Başka yorumcular onların iftiralarına cevap verecek, meseleler serbestçe tartışılacak, sonuçta “akıl ve iz’an” ağır basacaktır.
İkinci önemli nokta ise, her muhalif sesin arkasında bir Ergenekon tertibi aranamayacağıdır. Evet, hükümeti darbe ile indirmek isteyenler oldu ve belki hala da var. Ama yurtta ve dünyadaki her eleştiriyi dev bir komplonun unsurları gibi görmek yanlış olur. Giderek yükselen “otoriterleşme” iddialarını boşa çıkarmanın yolu, bunlara dair komplo teorileri üretmek değil, hoşgörü dilini ve özgürlük ortamını korumaktır.
Star,
08.06.2011