İstanbul geçtiğimiz hafta önemli bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Birleşmiş Milletler’in 4. En Az Gelişmiş Ülkeler (EAGÜ) toplantısı bu tarihî şehirde gerçekleştirildi.
En fakir 48 ülkenin temsilcilerinin buluşması fakirliğin akademik ve entelektüel çevrelerde yoğun şekilde tartışılmasına sebep oldu. Yazılı ve görsel medya da konuya büyük ilgi gösterdi. Ne var ki, maalesef, benim için hiç şaşırtıcı olmayacak şekilde, akla, mantığa, sağlam iktisat bilgisine, gerçeğe aykırı; hayalci, temelsiz yorum ve temenniler, talepler, suçlamalar ve vaatler, bu konu her ne zaman tartışılırsa olduğu gibi, yine ağır bastı. Fakirliğin çözümünün merhamette, merkezî planlamada, ulusal ve uluslararası çapta yeniden dağıtımda yattığı ön kabulüne dayanan yazı ve konuşmalar ortalığı kapladı.
Fakirlik meselesini soğukkanlı ve mantıklı biçimde ele almak, tartışmak, hakikaten, imkânsız denecek kadar zor. Konu açılınca hemen hisler ve temenniler devreye giriyor. Mağdurlar ve mağrurlar ayrımı yapılarak bazılarının fakirlik içinde olmasının suçu, fakirleri gözetmedikleri ve hatta onları soydukları ithamlarıyla, fakir olmayanlara fatura ediliyor. Hiçbir anlamı olmayan, hayatta bir karşılığı bulunmayan, ne olduğu bilinmeyen, nasıl realize edilebilecekleri konusunda en küçük bir bilgi bile içermeyen talep ve vaatler, hem mikro hem makro tecrübeler tarafından iflas ettirilmiş teoriler içinde tekrar servis ediliyor. Daha kötüsü, bilerek veya bilmeyerek, fakirliğin yegâne ve asıl çözümü olacak yol ve yöntemleri terk etme, böylece ilkel hayat şartlarına dönme davetiyesi çıkarılıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben şahsen bu konuda daha önce bir iki tartışmaya girdim. Şimdi yine gündemde olan bu görüşlerin çoğuna cevap verdim. Bakıyorum, bütün argümanlarını çürüttüğüm muarızlarım yine aynı havada yazıp konuşmayı sürdürüyor. Bu yüzden, bir köşeye çekilip olanı biteni sessizce seyretmek yerine, gerçekleri bir kere daha anlatmaya çalışmak istiyorum.
Önce bir olgunun altını kalınca çizelim. Fakirlik insanlar tarafından sevilen bir hal değil. Düşünce tarihinde iz bırakmış birkaç filozof, az sayıda tanınmış münzevi ve elbette bazı peygamberler dışında hiçbir insan fakirliği sevmedi ve fakirlik içinde yaşamak istemedi. Kendisinin ve yakınlarının hayat şartlarını iyileştirmek her insanın doğal arzusu. Her birimiz durmaksızın bunun için mücadele ederiz. Her toplumun edebiyatı fakirliğin kötülüğünü anlatan nice eserlerle doludur. Türkçedeki “fakirlik kapıya konacak mal değil” atasözü de bunun güzel bir ifadesidir. Fakirlik içindeki hayat, zenginlik içindeki hayat kadar kolay ve zevkli olmaz. Fakirler daima kendileri gibi olmayanlara imrenir. Fakir aile ortamlarında doğanlar, durumlarını idrak edecek olgunluğa erişince, fakirlikten kurtulma yolları aramaya başlar. Fakirliğin ağır şartlarına dayanmayı kolaylaştıracak sözler, hikâyeler olduğu gibi, fakirlikten kurtulmayı ve zenginliğe ulaşmayı öven ve teşvik eden söz ve hikâyeler de toplum kültüründe yaşar.
Fakirlik problemine bakışta çok düşülen vahim bir yanlış var: Fakir olmayı istisna, zengin olmayı kural sanmak. Acaba gerçekten böyle mi? Yani, insanlık, tarihi boyunca genelde zenginlik içinde yaşayıp istisnai durumlarda ve zamanlarda mı fakirliğe düştü? Keşke öyle olsaydı; ne yazık ki gerçek bunun tam tersi. İnsanlık tarihi boyunca, fakir olmak kural, zengin olmak istisna oldu. Bizi bunu görmekten, idrak etmekten alıkoyan, dünyanın son iki-üç asır içinde sahne olduğu muazzam gelişme. Ancak, üç asır insanlığın tüm tarihi içinde çok kısa bir dönem. İnsanlar, bilinen tarihte, genellikle kötü hayat şartlarında yaşadı. Somut olgularla ifade etmek gerekirse, karnını doyurmakta ve barınak bulmada, neslini sürdürmede, hastalıklarla mücadele etmede, doğal afetlere karşı koymada çok zorluk çekti. Nesiller sonraki nesillere çoğu zaman aynı açlık ve yokluğu miras bıraktı. 1700’lere kadar anne-babanın gömdüğü çocuk sayısı, çocukların gömdüğü anne-baba sayısından kat kat fazlaydı. Her nesil, kendinden önceki neslin (ve elbette daha da öncekinin) fakir bir hayat yaşadığını ve kendisinden sonraki neslin (ve elbette torunlarının) yoksul yaşayacağını ve yoksul öleceğini bilirdi. Kısaca, binlerce yıl boyunca, fakirlik genel, zenginlik istisnai durum oldu.
Bu acı hatta dehşet verici tablo ancak 17. yüzyılda değişmeye başladı. İnsanlık, Endüstri Devrimi’yle birlikte tarihin gördüğü en yoğun ve en uzun süreli kesintisiz büyüme dönemine girdi. Bu büyüme sayesinde dünyanın manzarası değişti. Beş-altı asır öncesine ait bir dünya haritası yapsaydık, bütün kıtaları fakirliği temsil eden renk ne ise onunla kaplamamız gerekirdi. Bugüne ait bir harita çalışması alacalı bir dünya tablosu çıkartır karşımıza. Yani bazı yerlerin zengin, bazı yerlerin fakir, bazı yerlerin arada olduğunu görürüz. Dünya coğrafyasındaki servete bağlı renk farklılıkları elbette derin incelemelere, yoğun tartışmalara konu yapılabilir. Ancak bu, birkaç asırda gerçekleşen renk değişikliğini gözden kaçırmamıza sebep olmamalıdır. Dünya, her yerin fakir olduğu (genel kural) bir dünyadan bazı yerlerin zengin olduğu (istisna) bir dünyaya dönüştü. Yani zenginleşti.
Bir gazete yazısını istatistiğe boğmak doğru olmayacağından, sadece iki küçük fakat önemli bilgi vererek bu tespiti madden temellendirebilirim. Büyük iktisatçı Deirdre N. McCloskey’nin “Burjuva Erdemleri” (Bourgeois Virtues) adlı abidevi eserinde yaptığı bir tahmine göre, dünyada kişi başına gelir (per capita) 1800 ile 2000 arasında sekiz kat arttı. 1800’de dünya nüfusu 1 milyardı, 2000’deyse 6 milyara ulaştı. Dolayısıyla, dünya iki asırda yaklaşık elli kat zenginleşti. Daha çarpıcı bir bilgi, bugünün parasıyla, günde 1 dolardan az gelirle yaşayanların oranı. Dünya Bankası’nın istatistiklerine göre bu oran iki yüzyıl içinde şöyle değişti (yıl-oran): 1820- yüzde 80; 1950- yüzde 50; 1980- yüzde 30, 2003- yüzde 20. Mutlak sayılar bakımından ayrı bir değerlendirme yapılabilecek olmakla beraber, katlanarak artan nüfusa rağmen günde bir dolardan az bir parayla geçinenlerin oranının gittikçe küçülmesi, dünyanın fakirliği çözmede 1820’den beri epeyce mesafe aldığını gösteriyor.
Bütün bu veriler, insanların fakirliğe mahkûm olmadığını, fakirlikten kurtulabileceğini kanıtlıyor. Evet, fakirlik problemi çözülebilir. İyi haber. Bu olgusal tespitten sonra gözlerimizi fakirliğin nasıl çözülebileceğine çevirmemiz gerekir.
Zaman, 20.05.2011