Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun’un TBMM Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun 17 Eylül 2025 tarihli toplantısında yaptığı konuşma metni:
Sayın Başkan ve Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun saygıdeğer üyeleri;
Davet için müteşekkirim.
Öncelikle uzlaşmayı ve diyalogu esas alan tavrıyla Komisyon’un oluşumunda ve faaliyetlerini ilerletmesinde büyük pay sahibi olan Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’a ve yoğun bir özveri ile çalışmalarını sürdüren siz çok değerli Komisyon üyelerine saygılarımı sunarım.
Bu sürece katkıda bulunan ve çözüm için elini taşın altına koyan bütün kişi ve kuruluşlara da muvaffakiyetler dilerim.
Kürt meselesi, kadim bir mesele; Cumhuriyet ile yaşıt ve ne yazık ki bugüne kadar bir çözüme kavuşturulmuş değil. Bir asırlık tecrübeyle sabittir ki; bu mesele hem içte hem de dışta ciddi tahribatlara sebebiyet veriyor.
Kürt meselesi; sosyal hayatta birlikte ve bir arada yaşamayı sağlayan bağları zayıflatıyor.
Ekonomide, aslında memleketin eğitimine, sağlığına ve altyapısına harcanması gereken ve trilyon dolarları bulduğu belirtilen kaynaklarını kurutuyor.
Siyasette, kutuplaşmayı keskinleştiriyor ve makul çözümlerin bulunmasını güçleştiriyor.
Hukukta, temel hak ve hürriyetlerin çıtasını aşağıya çekiyor ve yoğun bir hukuksuzluk üretiyor.
Dış politikada ise Türkiye’nin yumuşak karnını oluşturuyor. Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya veya güçlü bir aktör olmasını engellemeye niyet edenler, bu mesele üzerinden Türkiye’nin hareket sahasını daraltmaya çalışıyor.
Artık tahammülfersa bir hal alan bu tahribatlar bir bütün olarak düşünüldüğünde denilebilir ki, Kürt meselesi Türkiye’de rejimin karakterini belirleyen bir meseledir. Binaenaleyh bu konu, gündelik siyasi çekişmelere hapsedilmemelidir. Toplumun bugününü ve geleceğini biçimlendirme potansiyeli taşıdığından daha geniş bir perspektifle ve daha tarihsel bir bakışla ele alınmalıdır. Bu meyanda iki husus her daim akılda tutulmalıdır:
Birinci husus, Kürt meselesi benzeri etno-politik bir sorunla sadece Türkiye’nin meşgul olmadığıdır. Bir önceki oturumda ve bu oturumda hocalarım birçok örnek verdiler. Dünyanın pek çok yerinde siyasi toplulukların bu türden sorunlarla uğraştıklarını gösterdiler. Etno-politik meselelerle yüzleşmek ve bu türden meseleleri siyasi müzakerenin meşru ya da gayri-meşru bir parçası saymak bu çağda bir istisna değil bir norm, bir kaza değil bir kuraldır.
Ezcümle etno-politik meselelerin mevcudiyeti evrensel bir nitelik taşır. Zira nerede olursa olsun, bir toplumsal kesim eğer dışlandığını ve mağdur olduğunu hissederse bir direnç gösterir. Direnç, bazen şiddet içermez ve şiddetsiz bir çatışma olarak demokratik sahada cereyan eder. Bazen de şiddete bulanır ve kanlı bir çatışmaya zemin hazırlar. Bir çatışma başladıktan sonra birtakım talepler gündeme gelir ve çatışmanın bitmesi bunların karşılanmasına bağlanır. Çatışmaların çözümü için öne sürülen bu talepler de çoğunlukla birbirine benzerler.
Dünyanın hemen her yerinde bu süreçler genellikle aynı taleplerin etrafında döner durur. Bunlar da esas itibariyle üç tanedir.
- İdari sistemin yeniden düzenlenmesi ve gücün dağıtılması
- Hak ve özgürlüklerin tanınması ve korunması
- Maddi ve manevi iktidar kaynaklarının paylaşılması.
Kürt meselesinde de -silahsızlandırmayı bir yana bırakırsak- taleplerin bu minvalde olduğunu söylemek mümkündür. Burada da öne çıkan üç talep vardır.
- Anadilin -öncelikle eğitimde olmak üzere- özgürce kullanımı,
- Kapsayıcı ve eşitlikçi bir anayasal vatandaşlık,
- Daha güçlü bir yerel yönetim sistemi.
Çözüm, uzun vadede bu talepleri karşılayacak yasal ve anayasal değişikliklere dair asgari bir mutabakatın oluşmasıyla bulunacaktır.
İkinci husus, dünya tecrübelerinden gerekli dersleri çıkarmakla birlikte kendi tecrübelerimizin de kıymetini bilmemizdir. Türkiye, PKK’ye silah bıraktırmayı ilk kez denemiyor. 1993’te rahmetli Turgut Özal’ın ilk girişiminden bu yana devlet birçok kez görüşmeler yoluyla örgütü silahsızlandırmayı denedi. Süleyman Demirel’den Tansu Çiller’e, Necmettin Erbakan’dan Mesut Yılmaz’a, Bülent Ecevit’ten Recep Tayyip Erdoğan’a kadar bütün iktidarlar, örgütü silahsızlandırmak için girişimlerde bulundular. Her ne kadar bu girişimlerden beklenen netice elde edilmemişse de ciddi bir birikim oluştu. Bu birikimimizden istifade etmeliyiz.
2013-2015’teki çözüm denemesinde hem zaten hasbelkader bu alanda çalışan bir akademisyen ve hem de Akil İnsanlar Heyeti’nde yer alan biri olarak, İç Anadolu Bölgesi’nde görev yaptım, süreci doğruları ve yanlışlarıyla çok yakından takip etme fırsatı buldum. O dönemde yaptığım ve Demokratik Gelişim Enstitüsü tarafından yayınlanan bir çalışmada, süreci tehdit eden altı risk alanı tespit etmiştim.
Birincisi, süreci yürütenlerin sürece farklı anlamlar yüklemeleriydi. İktidar ve PKK’nin süreçten anladıkları birbirinden farklıydı. Hükümet “süreç” derken; silahlı mücadelenin bitirilmesini ve taleplerin demokratik siyaset içinde konuşulmasını kastediyordu. Buna mukabil PKK, Kürt meselesine esas teşkil eden taleplerin kendisiyle müzakere edilmesini istiyordu.
İkincisi, ülkede iç politikadan kaynaklanan gerginliklerin çözüm sürecine menfi etkisiydi. Gezi Parkı, 17/25 Aralık Operasyonları ve Kobani gibi olayların gerginleştirdiği siyasi atmosfer, bazı çevrelerde çözüme olan ilgiyi azaltmıştı. Bilhassa iktidara yönelik tepkiler, zaman içinde çözüm sürecine yönelik bir tepki formuna girmişti. Bir başka ifadeyle, iktidara karşıtlık, sürece karşıtlığa dönüşmüştü.
Üçüncüsü, taraflar arasında kullanılan dilden ve koordinasyon eksikliğinden kaynaklanan problemlerin varlığıydı. Karşılıklı kullanılan sert dil, zaman zaman çözüme güveni sarsacak bir niteliğe bürünüyor ve sürecin ihtiyaç duyduğu ılımlı atmosferi zedeliyordu. Taraflar arasında belirgin bir koordinasyon eksikliği de bulunuyordu. Bazen ikili görüşmelerin sonrasında yapılan açıklamalar birbirini tekzip ediyor ve bazen de rahatlıkla çözülebilecek bazı sorunların devam etmesine karşılıklı olarak izin veriliyordu. Bu sorunlar süreci zayıflatıyordu.
Dördüncüsü, kamu düzeninin ihlal edilmesiydi. Çatışmasızlık ortamı, PKK ve onun gençlik yapılanması olan YDGH tarafından bölgede bir denetim ve bireyler üzerinde baskı kurmak için kullanıldı. Bu da sürece dönük şikâyetleri büyüttü. Yol kesme, kimlik kontrolü yapma, iş makinelerini yakma, insan kaçırma, yargılama, vergi alma ve cezalandırma gibi faaliyetler, Kürtler arasında çözüm için beslenen umutları aşındırdı ve sürece ilişkin güveni ciddi biçimde azalttı.
Beşincisi, Suriye’de değişen koşullara karşılık verecek cevapların üretilememesiydi. Türkiye, PKK ile irtibatlı PYD’nin Suriye’de belirli bir alanda hâkim hale gelmesinden tedirgin oldu ve bunu bir beka meselesi olarak kodladı. PKK ise, Suriye’de fiili olarak bir iktidar alanına sahip olmasına, Türkiye’deki çözüm sürecinden daha fazla değer biçti. Mevcut bir iktidarı korumak, muhayyel bir barış için çalışmaktan daha fazla önem kazandı. Taraflar arasındaki makas açıldıkça süreci yürütmek olanaksızlaştı.
Altıncısı, zamanın kötü kullanılmasıydı. Bir taraftan, süreç, seçime endeksli olarak yürütülüyordu, aktörler her adımı seçimi düşünerek atıyorlardı. Sürecin gerekleri ile seçimin gerekleri çatıştığında, seçimde elde edecekleri azami faydayı gözeterek, sürecin aleyhine sonuç doğurabilecek kararlar alıyor ve eylemlerde bulunuyorlardı. Diğer taraftan ise, süreç içinde hangi tarafın hangi adımı ne zaman atacağı konusu da belirli değildi.
Her sürecin hata içermesi kaçınılmazdır ama önemli olan hatalardan öğrenmek ve daha önce yapılmış olan hataları yeniden yapmamaktır. Dolayısıyla bu süreçte, geçmişin bu hataları tekrarlamamalı ve aynı çukurlara bir kez daha düşmemeliyiz. Bir başka ifadeyle bu süreçte;
- Sürecin nihai hedefi belirlenmeli,
- İç politikadaki çekişmelerin sürece olumsuz etki etmemesi için çaba gösterilmeli,
- Dilin kullanımına ve koordinasyona azami dikkat edilmeli,
- Kamu düzeninden asla taviz verilmemeli,
- Suriye’de şartlara uygun düşen yeni politikalar belirlenmeli ve
- Zamanı kullanma noktasında hassas olunmalıdır.
Türkiye’nin bugün izlediği yol, geçmişten farklı; zira bu tür süreçlerde genellikle son adım olarak düşünülen silahsızlanma, burada ilk adım olarak gündeme geldi. Eğer bu başarılırsa, artık çözüm süreci literatürüne “Türkiye Modeli” diye bir model armağan edilmiş olur.
1 Ekim 2024‘te MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin cesur hamlesiyle başlayan süreçte Türkiye önemli tarihsel kavşaklardan geçti. Lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla PKK kendini feshetti ve sembolik olarak silahlarını yaktı. Kamuoyunda PKK’nin neden silah bıraktığına dair yoğun bir tartışma yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Bu konu tartışılırken bilhassa silah teknolojisindeki muazzam gelişmeye, Türkiye’nin savunma sanayinde aldığı mesafeye, çatışmaların değişen doğasına atıflar yapılıyor ve PKK’nin silah bırakması ile bu gelişmeler arasında bir bağlantı kuruluyor.
Elbette, PKK’nin silah bırakmasında bu gelişmelerin etkisine işaret edilebilir. Ancak PKK’nin silahı terk etmesini yalnızca bu açıdan değerlendirmek resmin tamamını görmeyi engeller. Zannımca bu kararın altında daha derin nedenler yatıyor. Üç nedenin altı çizilebilir:
Birincisi, 41 yıldır devam eden çatışmanın hiçbir sorunu çözmediğinin genel bir kanaate dönüşmesidir. Çözüm silahta değil demokratik siyasette aranmaktadır. Bunun en net göstergesi, 2015-2016’da PKK’nin çatışmaları şehirlere taşıma stratejisinin Kürtler tarafından hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde reddedilmesidir.
İkincisi, 1990’dan bu yana siyaset köprüsünün altından çok suların akmış olmasıdır. Bir yandan Kürt meselesi Türkiye siyasetinin merkezine oturmuştur, diğer yandan Kürtlerin taleplerinin taşıyıcılığını üstlenen bir hareket hem genel hem de yerel siyasette belirleyici bir aktöre dönüşmüştür. Güç ve taraftar kazandıkça siyasetin, halkın çözüm için dönüp baktığı tek adres olması tabiîdir.
Üçüncüsü, Kürt sosyolojisinin büyük bir değişimden geçmiş olmasıdır. 1970’lerdeki veya 1990’lardaki bir sosyolojiden bahsetmiyoruz. Artık daha kentli, daha okur-yazar, daha orta sınıf, Kürt kimliğine bağlılığı daha fazla olan ama aynı zamanda daha Türkiyeli bir Kürt sosyolojisi var. Bu sosyolojide kadınların siyasal ve toplumsal hayatta ağırlıkları giderek artıyor. Popüler kültür alanları genişliyor ve kimlik mücadelesi için farklı kanallar açılıyor. Bütün bunlar silahı bir seçenek olmaktan çıkartırken, siyasetin cazibesini artırıyor.
Bu geniş çaplı değişim göz önüne alındığında, PKK için silah bırakmanın, artık taktik bir karar değil stratejik bir karar olduğu söylenebilir.
Suriye sahasının bu süreç için hususi bir ehemmiyeti haiz olduğu izahtan vareste olsa gerektir. Hâlihazırda çözüm süreci için en büyük risk Suriye’deki gelişmelerdir. Yaklaşık bir yıldır Türkiye’de tarih farklı akıyor. Dolayısıyla Suriye’ye ve Suriye’deki aktörlere de eski nazarlarla bakılamaz. Türkiye, kendi sınırları içindeki Kürtlerden emin olmalı ve sınırları dışındaki Kürtlerin kazanımlarından da kuşku, kaygı ya da tedirginlik duymamalıdır.
Türkiye, geçmişte Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kuruluşu esnasında yaptığı yanlışlara Suriye’de düşmemelidir. Irak Kürtleri gibi Suriye Kürtleri de Türkiye için bir tehdit değil, bir fırsattır. Yıllarca Irak’ta bir Kürdistan Yönetiminin Türkiye için çok büyük bir tehlike olduğu söylendi ama Kürdistan Yönetimi Türkiye’nin bölgedeki en büyük müttefiki oldu. Türkiye, Kürdistan Demokrat Partisi ve Kürdistan Yurtseverler Birliği ile olduğu gibi Suriye Demokratik Güçleri ile de ortaklaşabilir. Bugün Irak Kürtleriyle kurulan yoğun ilişki ağının bir benzeri ve hatta daha genişi yarın Suriye Kürtleri ile de kurulabilir. Çünkü Suriye Kürtleri, Irak Kürtlerine nazaran, sosyolojik olarak Türkiye’ye daha yakındırlar.
Türkiye SDG ile daha yapıcı bir ilişki kurmalıdır. Bu, hem içteki çözüm çabalarına kuvvet verir, hem de Türkiye’nin bölgedeki elini güçlendirir. Tabiatıyla Türkiye, Şam yönetimi ile ilişkilerini sürdürecektir, ancak bunu yaparken diğer gruplarla irtibatını da artırmalıdır. Yeni bir devlet inşa sürecindeki Suriye’de taraflardan birinin yanında ve diğerinin karşısında konumlanmak doğru bir siyaset değildir. Türkiye, Suriye’deki bütün taraflarla görüşebilmeli ve onları bir masanın etrafında toplayabilmelidir. Çok taraflı olan ve dürüst arabuluculuğu üstlenen bir siyaset, Türkiye’yi Suriye’de garantör bir ülke haline getirebilir.
Her çatışma kendine özgüdür ve her çözüm de kendine özgü özellikler içerir. Eğer bir çözüm inşa edeceksek, bu bizim çözümümüz olacaktır. Çözüm yolunda psikolojiyi yönetmek hayatidir. İnsanları psikolojik olarak çözüme ve barışa hazırlamak için ise incelikli olarak yapılması gereken birçok iş vardır. Bunlardan bazlarını hatırlatmak faydalı olacaktır:
- Bir, güven artırıcı önlemlerle taraflarda güven duygusu güçlendirilmelidir.
- İki, çözümün bir tarafa kazandırdığı ve bir tarafa kaybettirdiği hissiyatı önlenmeli, çözümün herkese yararının dokunacağı görüşünün yerleşmesi sağlanmalıdır.
- Üç, dile ihtimam gösterilmeli; çözümü öne çıkaran ve farklı toplumsal kesimlerin hassasiyetini dikkate alan bir dil kullanılmalıdır.
- Dört, siyasi aktörler eleştiriler ve saldırılar karşısında sağlam durmalıdır. Başarılı olan ve olmayan süreçler arasında en önemli farklardan biri, başarı olanların süreçlerin arkasında güçlü bir siyasi iradenin varlığıdır.
- Beş, süreç sadece iki tarafa dayanarak yürütülmez, elden geldiğince çok sayıda aktörü sürecin içine katmak gerekir. Semboller, önemlidir. Kadınlar, gençler, işçiler, işverenler, vb. farklı toplumsal kesimler bir yol bulunarak sürecin paydaşı kılınmalıdır. Sivil toplum burada kritik bir işlev üstlenebilir.
- Altı, bu süreç başarılı olsa bile bütün sorunların çözülmeyeceği bilinmelidir. Ağır siyasal yükleri ve bütün toplumsal hedefleri sürecin sırtına yüklemekten imtina edilmelidir. Politik ya da ideolojik bütün tasavvurları süreç üzerinden gerçekleştirmeye yeltenmekten uzak durulmalıdır. Süreç sihirli bir değnek değildir.
Bir çözüme varılsa da fikri tartışmalar, ideolojik ayrışmalar ve hayat tarzı farklılıkları sürecektir. Ancak, bu farklılıklar ve ayrışmalar arasındaki mücadele silahla değil, siyaset ve oy sandığı aracılığıyla yürütülecektir.
Gerçekliği elden bırakmamak lazım. Kanaatimce bir çatışma çözüm sürecinin iki temel amacı olmalıdır: Çatışmaları durdurmak -yani silahı devreden çıkartmak- ve çatışmayı yaratan nedenleri zaman içinde ortadan kaldırmaya çalışmak. Bu bağlamda Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun rolü mühimdir.
Evvela, Komisyonun faaliyetleri, kamuoyuna üç noktada bir mutabakatın olduğunu göstermiştir.
Birincisi siyasi mutabakattır. Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu adını alan Komisyon’un, siyasi zemini kuvvetlidir. Halkın % 90’ınından fazlasını temsil eden siyasi partilerin bu komisyona katılmayı kabul etmesi; hem partilerin bu meselenin çözümüne ne kadar büyük bir değer verdiğini gösterir, hem siyasi uzlaşmaya katkıda bulunur ve hem de bu süreçte yapılacak düzenlemelerin güçlü bir meşruiyete sahip olmasını sağlar.
İkincisi bürokratik mutabakattır. İçişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı ve MİT Başkanı’nın komisyonu bilgilendirmeleri, bürokratik desteğin tam olduğunu ve sürecin bir devlet politikası olarak ele alındığını göstermesi açısından önemlidir. Zira 2013-2015’te böyle bir mutabakat yoktu. Sürece dair devlet içinde bir çekişme ve direnç vardı; bu da süreci başarısızlığa uğratan temel bir faktördü.
Üçüncüsü toplumsal mutabakattır. Güvenilir kamuoyu araştırmaları, halkımızın üçte ikisinden fazlasının, memleketimizde kardeşliği tesis edecek bu sürece arka çıktığını göstermektedir. Mamafih destek oranı yüksek olmasına rağmen güven oranı henüz istenilen seviyenin çok uzağındadır. Bu tablo özelde Komisyon’a ve genelde de sürece destek verenlere iki yönlü bir vazife yüklemektedir: Sürecin selametle yol almasını isteyenler, bir taraftan sürece müspet yaklaşan kesimleri tahkim edecek bir gayret içinde olmalıdır. Diğer taraftan da sürece dair endişeleri, kaygıları ve korkuları olan kesimlerin tereddütlerini anlamak ve gidermek için çaba sarf etmelidir.
Komisyonun çalışmaları muhalefet partilerini sürecin bir parçası haline getirirken, iktidar partilerine de sürecin risklerini muhalefetle birlikte yüklenme noktasında bir fırsat yaratmıştır. Muhalefetin olumlu tutumunun değeri büyüktür. İktidar ile birçok mevzuda taban tabana zıt bir konumda olmalarına rağmen muhalefet partileri Komisyon’da yer almaktan kaçınmamışlardır. İktidara olan karşıtlıklarını süreç karşıtlığına dönüştürmemişlerdir. Bu itibarla Komisyon’a omuz veren bütün muhalefet partilerinin genel başkanlarının hakkı teslim edilmelidir.
Komisyon bugüne kadar, hem bu sorunla ilgili bir hafıza işlevi görmüş, hem de farklı kesimlerin demokratik taleplerini dillendirdikleri bir zemine dönüşmüştür. Sürecin toplumsallaştırılmasında ve destek havuzunun genişletilmesinde bu çabaların değeri takdir edilmelidir.
Bununla birlikte Komisyon’un üstüne düşeni layıkıyla yerine getirebilmesi, Komisyon’un görev alanının dikkatlice belirlenmesine bağlıdır. Ülkemizin bütün yapısal sorunlarını çözmek, halkın demokratik taleplerinin tamamını karşılamak ya da yeni bir anayasa yapmak gibi devasa işleri Komisyon’a havale etmek ne hakkaniyetli ne de işlevsel olacaktır. Zira böyle bir halde Komisyon’un çalışması da karar alması da mümkün olmaz.
Komisyon’un asli görevi, geçmişe dair hafızayı ve demokratik talepleri kayda geçirmekle beraber, sürecin ruhuna uygun ve silahları bütünüyle tasfiye edecek bir kanun önerisini hazırlamak ve Meclis’in önüne koymaktır. Bunun iki yolu vardır: Komisyon ya mevcut mevzuat içinde birtakım değişikliklerle bunu gerçekleştirebilir ya da tamamıyla silahsızlanma sürecine özgü bir kanun önerisi hazırlayabilir.
Kanımca, bu süreç için özel bir kanun önerisi geliştirmek daha doğru bir tercih olacaktır. Komisyonun kıymetli üyelerinden Feti Yıldız, sosyal medya hesabında yaptığı bir açıklamada, bizlerden politik değerlendirmelerimizin yanında “ön mevzuat tekliflerimizi” de Komisyon üyelerine iletmemizin faydalı olacağını belirtti. Feti Bey’in bu haklı beklentisine cevap olması umuduyla, Komisyon’un hazırlayacağı kanuni çerçeve hakkındaki somut önerilerimi paylaşmak isterim.
- Kanun, örgüt mensuplarının silah bırakmalarını mümkün kılan, toplumsal hayata dönmelerini teşvik eden, barışçıl bir yaşam sürmelerini sağlayan, kamu düzenini güçlendiren, toplumun adalet duygularına hassasiyetle yaklaşan ve mağdurların haklarını gözeten bir anlayışla kaleme alınmalı, şeffaf ve denetlenebilir mekanizmalar kurmalıdır.
- Kanun, silah bırakan örgüt mensuplarının sadece hukuki pozisyonlarını tayin etmekle yetinmemeli, aynı zamanda onların eve dönmelerini ve toplumsal hayata katılmalarını sağlayan hükümleri de içermelidir. Kanun parçalı değil, silahtan arındırmayı (Disarmament), eve dönüşü (Demobilization) ve toplumsal bütünleşmeyi (Reintegration) hedefleyen bütüncül bir perspektife dayanmalıdır.
- Kanunun amacı sarih, sınırlı ve ölçülebilir olmalıdır. Ucu açık ve belirsiz tanımların hukuki sorunlara yol açtığı göz önünde tutularak mümkün mertebe net tanımlar kullanılmalıdır.
- Kanunun hangi grupları kapsadığı açık bir biçimde belirtilmelidir. Kapsanması gereken dört gruptan söz edilebilir:
a. Haklarında herhangi bir soruşturma ve kovuşturma bulunmayan PKK mensupları
b. PKK ile bağlantılı davalardan hüküm giyenler
c. PKK ile bağlantılı davalardan yargılananlar
d. PKK ile bağlantılı davalardan ötürü yurt dışında olanlar (vatandaşlığını kaybedenler, ülkeye girmesi yasak olanlar, vs.) - Kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte; PKK ile irtibatlı kovuşturma ve soruşturmalar durdurulmalı; verilmiş ve kesinleşmiş cezaların infazın başlanmamalı ve başlanmış olanların infazları durdurulmalıdır.
- Bu tür süreçlerde genel ve koşulsuz affa başvurulabilir. Nitekim Türkiye de Cumhuriyet tarihi boyunca çeşitli vesilelerle bu hukuki enstrümana müracaat etmiştir. Ancak koşulsuz af için toplumsal rıza üretmenin zor olacağı düşünülürse bu takdirde örgüt mensupları hakkında kademeli bir düzenleme yapılmalıdır.
a. Kademeler “örgüt lideri”, “örgüt yöneticisi” ya da “örgüt üyesi” gibi kavramlara göre belirlenmemelidir.
b. Kademeler; haklarında hüküm tesis edilenler için aldıkları hapis cezasının süresi, haklarında bir soruşturma ya da kovuşturma olanlar için de bu kovuşturma ve soruşturma için ön görülen cezanın üst sınırına göre tespit edilebilir.
c. Adli tedbirler ve denetimli serbestlik süreleri de bu kademelere göre belirlenir. Bu süreler uzun tutulmamalıdır.
7. Kanun, 6551 Sayılı Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanunun 2. Maddesinde olduğu gibi, Cumhurbaşkanına, “siyasi, hukuki, sosyoekonomik, psikolojik, kültür, insan hakları, güvenlik ve silahsızlandırma alanlarında ve bunlarla bağlantılı konularda” gerekli tedbirleri almak üzere genel bir yetki vermelidir.
- Kanun, silah bırakanların yeniden şiddete yönelmemesi için izleme ve destek mekanizmaları kurmalıdır. Topluma uyum sürecini hızlandırmak için bu mekanizmalar;
a. Eğitim, sağlık, mesleki beceri kazandırma ve istihdam programlarını
b. Psiko-sosyal destek sağlanmasını
c. Barınma ve geçici gelir desteğini ihtiva etmelidir. - Kanun; kadın, çocuk ve hasta örgüt mensupları için özel önlemler getirmelidir.
- Kanun süresiz değil, belirli bir dönem için uygulanmalıdır.
- Kanunun uygulanmasını izlemek ve denetlemek üzere bağımsız bir komisyon kurulabilir. Meclis’e düzenli olarak rapor sunacak olan bu komisyonun farklı kaynaklardan gelecek kişilerden (Meclis’ten, bakanlıklardan, yerel yönetimlerden, sivil toplumdan ve mağdur ailelerin temsilcilerinden) teşekkül etmesi doğru olacaktır. Meclis eliyle gerçekleştirilecek kamusal denetim, demokratik meşruiyeti tahkim eder.
Komisyon, bir hukuki mutfak gibi çalışarak sürece dair seçenekler geliştirirken, iktidarın da yerine getirmesi gereken önemli sorumluluklar vardır. İktidar, Komisyon’un zeminini güçlendirmeli ve sürecin toplumsal desteğini büyütecek şekilde hareket etmelidir. İktidarın hızlıca atabileceği bazı adımlar vardır. Örneğin;
- AİHM ve AYM kararlarının gereğinin yerine getirilmesi
- Kayyum uygulamasına son verilmesi ve kayyum atanan belediyelerin seçilmiş başkanlarının görevlerine iade edilmesi
- Hasta hükümlü ve tutukluların tahliye edilmesi
- Belediye başkanları ile ilgili olarak sürdürülmekte olan kovuşturma ve soruşturmaların en kısa sürede bitirilmesi
- Cezaevi idarelerinin keyfi ve hukuksuz tutumlarıyla, kişilerin denetimli serbestlikten yararlanma ve açık cezaevine ayrılma taleplerinin reddedilmesinin önlenmesi
- KHK’lar ile bir nevi sivil bir ölüme terk edilenlerin mağduriyetlerinin giderilmesi
- Umut Hakkı’na dair bir hukuki düzenleme yapılması bu kapsamda değerlendirilebilir.
İktidarın bunları yapması halinde hem bazı kesimlerin sürece karşı itirazları ortadan kalkmış olur ve hem de toplumun tamamında sürecin herkes için faydalı sonuçlar ürettiğine dair olan inanç güçlenir. Bu da Komisyon’un elini rahatlatır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dün Suriye’de “kalıcı barışın” Türkiye’nin en büyük arzusu olduğunu ifade etti. Türkiye’de de Suriye’de de kalıcı barışın temini, bu süreçle doğrudan irtibatlıdır. Eğer bu süreçte menzile varılırsa kalıcı barış için dev bir adım atılmış olur.
Bugün Türkiye’nin önünde tarihi bir fırsat var. Daha önce hiç bu noktaya varılmamıştı ve çözüme bu kadar yaklaşılmamıştı. Bu tarihi fırsat kaçırılmamalı ve birtakım ezberlere kurban edilmemelidir. Türkiye yıkıcı korkuları bir kenara koymalı, Kürt meselesinin içte ve dışta kendisini rehin almasına bir son vermeli ve kurucu bir cesaretle kalıcı barışı inşa etmelidir.
Dinlediğiniz için teşekkür eder, haziruna saygılarımı sunarım.

