Ak Parti’den kopan kırgınların toplandığı Gelecek ve DEVA Partileri hakkında birşeyler yazmayı ne zamandır düşünüyordum. Abdulkadir Pekel’in Davutoğlu hakkındaki yazısı, çoktandır ertelediğim bu yazı için hoş bir vesile teşkil etti.
Hemen belirteyim ki Davutoğlu ve partisiyle ilgili beklentilerim Pekel’inki kadar yüksek değil. Hiçbir zaman da olmadı. Lâkin saygın, ciddi, dürüst ve çalışkan kişiliğini hep teslim ettim. Mamafih, bu durum Davutoğlu’nu tenkide mani değil. Bu yazıda bir zamanlar CHP’lilerin, sonrasında Ak Partililerin yaptığı gibi ifrada düşmemeye çalışacak, somut örnekler üzerinden ilerleyecek ve olabildiğince tarafsız kalacağım.
Davutoğlu’nun en çok eleştirildiği konuların başında, Başbakan olduğu dönemde Şehir Üniversitesi’ne tahsis ettiği arazi ve imkânlar geliyor. Bu meselede onu töhmet altında bırakmak isteyenlerin iyi niyetli olmadığını düşünüyorum. Vaktiyle Koç Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi ve Kadir Has Üniversitesi gibi diğer vakıf üniversitelerine de benzer tahsisat yapıldı. Şehir Üniversitesi’nin talihsizliği, Erdoğan’la siyasî kavga hâlindeki Davutoğlu’na yakın olmaktı sadece. Filler tepinirken olan çimenlere oldu ve Şehir Üniversitesi kapatıldı. Bu yanlıştan dönülmeli, Şehir Üniversitesi’nin tüzel kişiliği ve geçici olarak kullanımına tahsis edilen memalik iade edilmeli.
Bir başka eleştiri konusu, Davutoğlu’nun Başbakan olduğu dönemde AB ile yaptığı ‘düzensiz göçmenlerin iadesi’ antlaşması idi. Reisin ve reisçilerin şiddetle karşı çıktığı bu antlaşmaya göre Türkiye’den AB ülkelerine yasadışı yollarla girdiği tespit edilen göçmenlerin tamamı Türkiye’ye iade edilecek, buna mukabil Türkiye kendi belirleyeceği aynı sayıdaki göçmeni AB ülkelerine gönderecekti. Ayrıca Türkiye’ye malî yardımda bulunulacak, Türk vatandaşlarının AB ülkelerinde serbest dolaşımı için müzakereler başlayacaktı.
Davutoğlu’nun ‘diplomatik bir başarı’ olarak gördüğü ve gösterdiği bu antlaşma, özü itibariyle doğruydu bana göre. Ne var ki gıdım gıdım ve gecikmeli olarak gönderilen malî yardım dışındaki hükümleri uygulanmadı. Serbest dolaşım başta olmak üzere diğer hükümleri AB tarafından açıkça ihlâl edildiği halde, bu ihlâl hiçbir sonuç doğurmadı. Zira antlaşmanın ihlâli halinde bir müeyyide öngörülmemişti. Antlaşma fevkalâde idi, fakat sadece kâğıt üstünde!..
Danışmanlık, Bakanlık ve Başbakanlık yaptığı dönem boyunca dış politikanın tayininde müessir olduğuna göre, Erdoğan’a yöneltilen oklardan bir kısmının Davutoğlu’na yönelmesi beklenir. Âdil olan bu. Hal böyleyken, doğru tercih ve kazanımların tamamı Davutoğlu’na, kayıp ve yanlışlar Erdoğan’a yazılıyor. Bunun en tipik örneği, Suriye politikasına yönelik eleştirilerde karşımıza çıkıyor. Hükümeti ‘Suriye batağına girmek’le itham eden muhalifler bu politikanın banisi Davutoğlu’na tek laf etmedikleri gibi, 2023 Mayıs seçimlerini kazansalardı onu Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve muhtemelen yeniden Dışişleri Bakanı yapacaklardı.
İster Erdoğan’a, ister Davutoğlu’na mal’edelim, hükümetin Suriye politikası ahlâkî bir zemine oturuyordu ve doğruydu. Ne var ki bu politikayı sahaya aktaracak siyasî ve ekonomik güce sahip değildi. Bu açığın, ABD ile işbirliği yapılarak kapatılması planlanmıştı. O dönem ABD ile Türkiye’nin bu konuda anlaştığına dair çok şey yazılıp çizildi. Lâkin Afganistan ve Irak’tan asker çekerek o yılki Nobel Barış ödülüne bir adım daha yaklaşmayı planladığı bir dönemde Suriye’de yeni bir cephe açmak istemeyen Obama son anda çark edince, Türkiye sahada yalnız kaldı.
Dediğim gibi, Ak Parti’nin Suriye politikası yanlış değildi. Lâkin bu politikayı hayata geçirebilmek için ABD’nin desteğine ihtiyaç duyduğunu unutarak (ve Obama’nın kaypaklık yapacağını hesaba katmayarak) siyasî ve ekonomik kapasitesinin ötesinde bir işe girişti. Mamafih, Obama sözünde dursa veya ABD’nin elindeki güç ve imkân Türkiye’de olsaydı, Suriye’deki zulüm çoktan bitmişti.
Dış politik çizgisine hâkim olan aşırı özgüven ve emperyal lisanla Davutoğlu, Erdoğan’a göre daha radikal bir isim, hatta bir nevi neo-Osmanlıcı. Lâkin aynı özgüven ve kararlılığı, Başbakan olduğu dönemde Süleyman Şah türbesini korumakta gösteremedi. IŞİD saldırısına uğramasını engellemek için Halep civarındaki bu türbenin (anakaramızın dışındaki tek vatan toprağının yani) sınır hattına yakın bir yere taşınması emrini bizzat verdiğini, operasyonun gerçekleştiği sabah gururla açıklamıştı!… Halbuki büyük (emperyal) devletler, kaç kilometre ötede olursa olsun vatan toprağını korur, gelecek her saldırıya ânında mukabele edeceğini duyurur ve dahi eder. 1982 yılında İngiltere, taa Arjantin kıyılarındaki Falkland Adaları için bunu yapmıştı. Biz de böyle yapmalı ve Suriye içindeki bu vatan toprağına dokunana dünyayı dar edeceğimizi duyurmalıydık.
Dünyada IŞİD karşıtı bir kamuoyu zaten vardı. Daha önemlisi, uluslararası hukuk da bizden yanaydı. Türbeyi taşımasak, asker değişimi ve lojistik destek vermek üzere sınırımızla Halep arasındaki sahada muntazaman devriye atarak IŞİD ile birlikte PKK/YPG güçlerini de bu bölgeden uzak tutabilecektik. Bugün bunun için Suriye ve Rusya’yla anlaşmak zorundayız. Halep’te ne işiniz var derlerse, şu an verecek cevabımız yok. Ama o gün vardı.
Halep’le Türkiye’yi uluslararası hukuk çerçevesinde birbirine bağlayan hayatî bir koridorun kontrolü, Stratejik Derinlik peşinde koşan Davutoğlu’nun emriyle yapılan bir operasyonla elimizden çıktı. Davutoğlu’nun en büyük hatalarından birisi olan Şah Fırat operasyonu asla yapılmamalı, o bölgedeki Türk varlığı her türlü çatışma riski göze alınarak korunmalıydı. Bu tür koridorların tesisinin ve elde tutulmasının zorluğu, Zengezur koridoru için on yıllardır mücadele verdiği halde istediği sonuca hâlâ tam olarak ulaşamayan Azerbaycan’ın hâline bakarak daha iyi anlaşılabilir. Ne yapıp edilmeli, Süleyman Şah türbesi eski yerine taşınarak Halep’le aramızdaki koridoru yeniden faal hâle getirilmeli.
22 Kasım 2015 tarihinde, hava sahamızı ihlal ettiği gerekçesiyle Rus savaş uçağı düşürülmüştü, hatırlarsanız. Dönemin Başbakanı Davutoğlu, uçağın düşürülme emrini de bizzat kendisinin verdiğini açıklamıştı. Ağızından düşürmediği bu “bizzat”, “emir” ve “talimat” vurguları, Erdoğan’la arasının açılacağı dönemin işaret fişekleriydi, bir bakıma.
Sonradan yaşanan gelişmeler, Rus uçağının iki ülke arasında kavga (hatta belki savaş) çıkararak Ak Parti’yi zora sokmak isteyen çevreler tarafından hükümetin bilgisi ve izni dışında düşürüldüğüne dair şüpheler uyandırdı. 15 Temmuz sonrasında FETÖ üyeliğinden tutuklananlar arasında Rus uçağını düşüren pilotun da bulunması vaziyete açıklık getirdi: Vur emrini FETÖ vermişti.
At izinin it izine karıştığı, FETÖ’nün devletin her kademesine sızdığı bir dönemde yanlış istihbaratla beslenerek yanıltılması pekâlâ mümkün olan Davutoğlu’nu da, bu meselede onu destekleyen Erdoğan’ı da suçlamıyorum. Ancak bu aceleci açıklamalar yüzünden Rusya ile harbe bile girebilirdik. Neyse ki Putin bu meselede daha aklıselim ile davrandı.
Ak Parti’yi popülizm girdabına sürükleyen ilk hamleler de Davutoğlu’nun Başbakanlığı döneminde geldi. Kılıçdaroğlu’nun bol keseden vaatlerine kayıtsız kaldığı Haziran 2015 seçiminde Meclis çoğunluğunu kaybeden Davutoğlu, hükümetin kurulamaması üzerine aynı yılın Kasım ayında yapılan ikinci seçim öncesinde popülizm rüzgârına teslim oldu ve asgari ücret üzerinden vites yükseltmeye başladı.
Popülizm mikrobu Ak Parti’nin bünyesine Davutoğlu döneminde girdi. O güne kadar popülizme bulaşmayan Ak Parti, yasak elmanın tadını almıştı bir kere. Davutoğlu’nun 2015’te yuvarladığı ilk kartopu zamanla büyüdü ve 2023 seçimleri öncesi çığ olup başımıza düştü. Vebalini birkaç nesil boyunca ödeyeceğimiz EYT, Ak Parti’nin ve Erdoğan’ın en popülist hamlesi olarak tarihe geçti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan gündelik işleri kendi adına yürütecek, saygın ve güvenilir bir çalışma arkadaşı arıyordu. Bu ismin Davutoğlu olabileceğini düşündü. Cumhurbaşkanına saygıda kusur etmeyen, hatta onunla istişareye açık bir isim olan Davutoğlu ise işleri kendi nâmına ve kendi bildiğince yürütmek, yani hakiki bir Başbakan olmak istiyordu. Bu, aynı ipte iki cambazın oynamaya çalışması demekti.
Davutoğlu talebinde haklıydı. Lâkin Erdoğan, şu an çok azımızın havsalasının aldığı kadar tarihî bir şahsiyet. Halen yaşıyor ve aktif siyaset yürütüyor olması, bu hakikati tespitten çoğumuzu alıkoyuyor. Atatürk hayatta iken İnönü’nün, Ecevit’in, Baykal’ın, Kılıçdaroğlu’nun yahut Özel’in onun önüne geçmesi, ona rağmen Başbakanlık yapması ne kadar mümkünse, Davutoğlu’nun Erdoğan’a rağmen veya onu atlayarak Başbakanlık yapması da o kadar mümkündü. Davutoğlu bu hakikati görmedi veya değiştirebileceğini zannetti.
Peki Davutoğlu bundan sonra ne yapmalı?…
Bana göre yapabileceği en iyi ilk şey, bilgi ve birikimini gelecek kuşaklara aktaracağı bir enstitü kurup başına geçmek. İkincisi ise hatıralarını yazmak. Bu ikisi, siyasetçilerimizde ender görülen hassalar.
Peki Erdoğan ne yapmalı?…
Bilindiği üzere Erdoğan’ın siyasetteki son düzlüğü bu. Önümüzdeki ay toplayacağı olağan kongrede tarihî bir çağrıda bulunarak çeşitli sebeplerle Ak Parti’den kopan yol arkadaşlarını yeniden partiye davet etmeli. Davutoğlu, siyasî hayatını eski Başbakan ve partinin muteber isimlerinden biri sıfatıyla Ak Parti’de noktalamalı.
Erdoğan sonrası dönem mi? Onu o zaman düşünür…