Her şeyin mükemmel bilinirliğinin twitter demokrasisi ve bunun sembolik olarak temsil ettikleri, desantralize iletişim ağlarının “kurgulayıcılarını” arayan devlet otoritesi, kendini “gerçeği” ortaya çıkarmakla yükümlü sayan “mass medya”, somut-kanıtlanabilir olgulara dayanan-rasyonel-bilimsel bilginin üreticisi unvanları ile kendi kendisine devletçi bir yaklaşımla otorite veren ve dağıtan “yüksek eğitim”, yayıncılık “ilkeleriyle” donanmış ve ciddi “sorumluluklar” üstlenmiş kimi kitap-dergi yayıncılığı, “atomist” bir titizlik ve incelikle bilgiyi-bireyi öğrenen ve yorumlayan kendiliğim…
Bilgi ve bilmenin dünyalarının aktörleri hikmeti ve hakikati aramaya devam ediyor. Kendi sınırlılığım ve “objektifliğimde” ben en azından böyle görüyorum. Her aktör kendi doğruluğunun kendisini ikna ettiği bilgide siyasetten almak istediklerini de gerçekliklerinin içerisinde görebiliyor. Siyasetin içeriğinin bir çatışmalar halini sürekli ve zorunlu kıldığının varsayımında ise gerçekliğin olduğu hali işe yaramayabiliyor. Gerçeklik işlerliği kadar bir renge büründürülüyor. Bir yanıyla da gerçeklikler siyasal isteklerin içerikleri ile yeniden yaratılıyor. Halkın bize seçimler yoluyla ne söylediğinden, çok büyük rakamlardaki sosyal medya kullanımının siyasete verdiği “tekil” mesajlardan, sahiplenicisinin beklentileri ve istekleri doğrultusunda yeniden yorumlanan dinî içeriklerden yaratılan gerçeklikler. Ve sanki, eğer bir gerçeklik varsa siyasal çıkar ve beklenti ile gelişen manipülasyon tamamlayıcı bir rol üstlenebiliyor.
Dolayısı ile geçerli ve siyasal yaşamın mecbur kıldığı sorulardan bir tanesi de şu: Siyasal manipülasyonun sınırları var mı? Sadece ‘reel politik’çi bir makyavelist için sorulmuş soru olmamalı bu. Vasat ve ılımlı iyimser biri için de geçerli olabilir.
Her siyasal olgunun taraflarca algılanması ve doğası tarafları farklı noktalara konumlandırabiliyor. Uzlaşının imkânsız olması ve imkânsız olarak görülmesinin arzu edilmesi önemli bir etken oldukça, manipülasyon siyasal işlerlik alanının en önemli öğelerinden biri olarak önümüzde duracağa benziyor.
İnsansız Sanat
Yapay zeka konusunu izleyerek, dinleyerek ve deneyerek anlamaya çabalıyorum. Bu süreç, insan zekası ve insani olan hakkında çeşitli fikirler elde etmeme yardımcı oluyor ve özellikle hayattaki merkeziliği konusunda insanın yeri hakkında pek çok söz söylüyor. İster dinî-tanrısal, ister evrimsel, insan merkezli bir hayatta yapay zekanın “yarattıklarını” (objektif-nesnel olarak zor olsa da) olabildiğince farklı boyutlardan anlamaya çabalıyorum.
Konunun en önemli olan yanlarından biri sanat üzerinde gerçekleşiyor. Kreatif yazı, müzik ve görsel içeriklerinde yapay zekânın “yarattıkları” çoğunlukla “güzel” oluyor. Bunu inkâr edemem. Bu alanların farklı biçim ve üsluplarını biraraya getirme konusunu ve özellikle görsel içeriklerde neredeyse “ustaca” işler çıkarabildiklerini de… Öyle görseller türetiliyor ki, o türetilen dünyaların içinde gerçekten yaşama arzusunun içinde kalabiliyorum. Hatta bu ancak yapay zekâ tarafından türetilmiştir diyeceğim kategorilere bile alıştığımı söyleyebiliyorum. Görsel türetiminde yapay zekânın “ilerleme” yaşayıp yaşayamayacağı da önemli bir konu. Zaman bunu gösterecektir.
Her ne kadar “çok güzel” yaratımlar-türetmeler” ortaya çıksa da, benim için bir nokta belirleyici oluyor. İnsanın zihninden çıkmayan bir sanat eserinin, insan zihninin sonsuzluğu ve yaratıcılığından uzak kaldığını zannediyorum. İnsanın gerçek varoluşunun estetik yansımalarını hissedemeyince, algıladığım eser “sanat” olmaktan uzaklaşıyor. Şu sonuca varıyorum pek çok kez: Sanat eserinde öncelikle yaratıcı kişinin varlığını hissetmek istiyorum. Aklı, duyguları, becerileri ve evet, hepsinden öte de varoluşu…
Estetik haz konusunun yeni manalarının ortaya çıktığı-çıkacağı da reddedilemez. Dijital bir varlığın soyut zihninin olup-olamayacağının varsayımları günümüzün felsefe dünyalarını düşünmeye zorluyor-zorluyor olmalı. Bir yanıyla da yapay zeka öyle sanat türetme becerisine kavuşabilir ki gerçekle-gerçek ötesini ayırt edemez hale gelebiliriz. İnsan zihninin kaybolmaya mecbur tutulduğu bir zamanı işaret edebilir bu bize. Heyecanlandırdığı ve merak ettirdiği kadar korkutucu olduğunu da söylemeliyim.
Dünyadan Haberler: Kendine Yetmesini Bilen İnsan
Burada bir film analizini yapmayacağım. Amacım daha çok, etrafında bir “güvenceye” veya işleyen bir dünyaya sahip olmadığı halde bir iş yaratıp veya keşfedip onun etrafında hayatına kendine yeterek devam eden, filmdeki adıyla Captain Jefferson Kyle Kidd’e dair küçük bir “beğenimi” söylemek.
Filmde iç savaş sonrası ABD’sinin kırsalında şehirden şehre-kasabadan kasabaya (town to town) giderek insanlara “haberleri” okuyan Mr. Jefferson’ın para kazanmak (to make money) yöntemi ve uygulamaları bana “piyasa medeniyeti” insanının en zor şartlarda bile nasıl hayatta kalmasını bildiğini yer yer çok sert bir şekilde tekrar gösterdi.
Mr. Jefferson’ın kasabalardaki insanların beklentilerinin ve meraklarının farkında olarak, çok ilgi çekici bir şekilde pek çoğu eski sayılabilecek gazetelerden haberleri kendine özgün üslubuyla ve enerjisiyle okuması, kendine yeterek hayatta kalmasını becerebilen insan tipinin ne kadar önemli ve gerçekçi olduğunu bana bir kere daha anlattı. Böyle bir hayatta kendiniz olmanız kendiniz için yeterli oluyor. Bu müthiş bir güç. Müthiş bir kendiliğine ve kimliğine güven.
Bir yanıyla, kasabadan kasabaya “sürüklenir” gibi görünmesinin sebepleri de belki Mr. Jefferson’ın eski bir asker olarak hayatta sadece kendiliği ile ayakta kalmasını ona bahşetmişti. İçinde saklı görünen derin özlem ve acı, hayata amaç ve “bilgi” katan bir etkene de dönüşmüş olabilir. Bir at arabası, birkaç “bozuk para” ve devam eden bir hayat.
Mr. Jefferson’ın yerinde, haberleri “meraklı” insanlara o anlarda okuyanın kendim olup olamayacağını sürekli sordum filmi izlerken kendime. Ben olsam nasıl yapardım? Hepsinden öte böyle bir fikir aklıma gelir miydi? Gelse bile bunu hayata geçirebilir miydim? Hiçbir zaman gerçeklikte bilemeyeceğim. Gerçeklikte bildiğim şey ise, Mr. Jefferson’ın haber okuyuculuğuna duyduğum saygı…