Masum birinin, kolektif cezalandırmanın sonuçlarını yaşamasından daha büyük çok az gayri adil durum olsa gerek. Ancak bu gayri adil durum, özellikle modern siyaset içerisinde sıklıkla karşılaşılan bir olgu haline geldi. Devletlerin bireye ulaşma, onu kontrol etme ve kendi siyasetine maruz bırakması güvenlik siyasetleri içinde olağanlaştı. Bireye güvenlik sağlaması beklenen devletler ve devletleşme eğilimindeki siyasal yapılar bireyin güvenliğini tehdit eder hale geldi. Artık ister bir ulus devletin üyesi, ister küresel insanlığın bir parçası olalım, içine çekildiğimiz pek çok savaşın normalleşmiş kabul edenleri haline gelmedik mi? Hem de bunu hiç istemesek bile birileri bizi bunun içinde saymıyor mu? İster silahların doğrudan hedefi, ister bizim için hareket ettiğini söyleyen siyasal erklerin, adımıza başkalarına yönlendirdikleri silahların parçası olmak nasıl kolektif cezalandırmanın bir parçası olmasın?
Kolektivizmin hâkim siyasal söylem ve uygulamalar olarak varlığı, bireyi doğal olarak içinde bulunduğu hayatta nesnelleşme probleminin içinde bırakıyor. Kendi politik kararlarını kendisi için alması ve uygulaması gitgide aşınan birey, kolektivizm içinde nesnelleştikçe dokunulmazlığını fiilen kaybediyor. Özgür olmak isteyen bir insan için çok büyük bir sonuç. Buradan başlığa gelelim: Birey kimin savaşında ve hangi tarafta?
Uluslararası ilişkiler sosyal bilimler alanında “bireyin olmadığı” bir alandır dersek pek yanlış olmaz. Ancak, küresel siyasal çatışmaların da merkezinde. Dünya, bölgeler (regions), ulusüstü yapılar, devletler, toplum, topluluklar-çıkar gurupları ile neredeyse doğrudan alakalı. Realizme en yakın teorisinin adı dahi kolektif – (Collective Security). Liberalizm-İdealizm bile, düşüncesinin merkezinde özne olarak birey dışındaki siyasal varlıkları ele alıyor. Realizmin kültürel boyutu da kendisine özne olarak “medeniyetleri” alıyor. Bireyin mutlak dokunulmazlığının sözünün dahi edilmediği “medeniyetler”… Hayatın doğasında bu var demek ise bile, bu teorilere birey üzerinde bir ahlâkî otorite tanımaz (Bunun yanında realizm elbette, haklılaştırıcı bir “ahlak” peşinde değildir).
Güvenliğimizi “sağlayan” savaşların haklılaştırılma çabaları da pek çok soruyu ve çelişkiyi içinde barındırıyor. Şiddeti başlatan – şiddete maruz kalan ikileminde tüm altyapılar flulaşmış halde. Meselelerin “0” noktaları ne zaman ve nereleri? Siyasal üstünlük ve ideolojik haklılıkların temeli sadece – ben ben olduğum için haklıyım – noktasında mı? Fundamental ideolojilerin kendilerini var etme ve gerçekleştirmede şiddeti bir mutlak sayarak kendi konumlarını oluşturmalarına ne demek gerekiyor?
Buradan soruları derinleştirerek ilerleyebiliriz. Devletler “ahlâkî meşruiyet” üzerine mi oluşmuşlardır? Hangi siyasal savunma aygıtı saldırmaktan büyük oranda uzak kalabilmiştir? Siyasal savunma “oyunu ileride kurmaya” ne kadar yatkın? Her saldırıya maruz kalmak savunmada kalındığı için mi gerçekleşmiştir? Askeri karşılıkların “doğası”, kendisini bir önceki saldırıya uğrayan olmaktan mı alıyor?
Şöyle ve şu argümanla devam edebiliriz: “İnsanlar arasında çatışma mutlaktır ve bu yüzden şiddet her zaman olacaktır. Bu durumda yapılması gereken, sert güçle her zaman etkin olmaktır. Eğer etkin olmazsanız silahlar yarın sizin yakınınızda patlar.” Bu argüman karşısında “mutlak pasifizm & sivil itaatsizlik” ahlâkî cevaplar olabilir mi?
Şiddet sarmalında süreklileşmiş bir “karşı taraf suçlu” tezine de bakmak gerekli. Taraflar kendilerinin haklılığına kesin olarak inanmış oluyorlar. Hatta inanmaktan çıkarak, maddi ve pratik nedenlerle içerdiği şiddeti normalleştiriyorlar. Normalleşmesinin dışında başka bir seçenek olmadığını iddia ediyorlar. Bu ister dünyalı bir yaşam süresini maksimize etmek, ister öteki dünyalar için bu dünyada üzerine düşen görevi yerine getirmek olsun.
Öznesi bireyin varlığı ve özgürlüğü olmaktan çıkmış siyasette “masumiyet” de farklı anlamlarda yorumlanabiliyor. Artık cezalandırılabilir olanlar konu özelinde “herkes” oluyor. Bir çeşit feda edilmesi gerekenler kategorisi oluşuyor. A tarafı B tarafından “herkesi” cezalandırabiliyor, çünkü kendi kolektif varlığı ancak bu şekilde olabiliyor (Aynısını B tarafı üzerinden de düşünebiliriz).
Şunu düşünmemek de elde değil: Herkesin savaşında suçlu ve haklı herkes mi oluyor? Şiddeti gerçekleştiren özne kim? Bulunabiliyor mu? A veya B devletinin yöneticileri? Demokratik bir devlette bu yöneticileri seçenler? Bu seçmenleri eğitenler? Eğitenlere fikri altyapı sağlayan bilim insanı ve filozoflar?
Silahları finanse edenler? Silah üreticileri? Silah tüccarları? Silah tasarımcıları? Silahları keşfedenler? Silah kimin elinde? Tetiğe kim basıyor? Çocukları kim kalkan yapıyor? Çocukların üzerine kim bomba atıyor? “Terörist saldırıda” tecavüze uğrayarak öldürülmüş bir kadının cesedinde bulunan 6 farklı erkeğin spermleri aslında hangi bedenlerden çıkıyor? “Bütün savaşları bitirecek “o savaşta” Makyavelizm olmazsa olmaz mıdır? Peki orada doğacak şiddetin mağdurları ve mazlumları, kimi zalim olarak görmeli? Kendi çocukları ölmesin diye başkalarının çocuklarını değersiz görüp öldürebilmekte adalet tam olarak nedir? Bu tamamıyla görmezden gelinebilir mi? Siyasetin ahlaki yükü kimin üzerine yükleniyor? Sadece doğmuş olmak kişiyi bu sorumluluğun altına itiyor mu? Hayatın mutlak maliyetlerinden midir bunlarda? Basit bir vatandaş olarak Twitter’da başkasını kahrederken, sorumluluk sahibi olmanız durumunda bu kahrın hangi tarafında yer alacağınız ne kadar düşünülüyor? Kolektivizmin mutlak çözümsüzlüklerin siyaseti olduğundaki rolünü gördüğünüzde, kolektif cezalandırmanın nerede son bulacağı cevabını rahatlıkla görebilirsiniz.
Meseleyi daha da girift hale getirecek sözler söylemeye devam edelim mi? Bireyin özgür hayatına sahiplik kolektif çabalar mı gerektiriyor? Hayat siyasetsiz olamaz ve siyaset ancak kolektif olursa nasıl bir durum ortaya çıkar? Mutlak çatışmasızlığın “barış noktasından” bir adım sonrası doğacak gayri adil hayatta özgürlüğünüzü geri elde etmek istediğinizde, karşımızda kalan seçenekler neler olur? Reel politik mecburiyetse ahlaki olanı aramak tamamen gereksiz ve manasız mıdır? Ahlaki olanı kovalamayan barışı ne kadar “hak eder”? Hayata istemsiz bir şekilde gelmiş olmak, ahlakın peşine düşmeyi zorunlu kılar mı?
Mutlak şeytanlaştırma kolektif cezalandırmayı dünyanın üzerine atmış gibi… Su sürekli bulanık… Sabit bir determinizmin nedenselliğinin en ilkel noktasında “ben ben olduğum için haklıyım, sen sen olduğun için haksızsın” ikileminden bir öncesi gerçek olamayabilir. Aldığım Uluslararası Hukuk – Uluslararası İlişkiler teorisi dersleri sırasında, dersin hocası Cengiz Okman’ın söylediği söz yaklaşık 17-18 yıldır aklımda: “İnsan sistemleri açık sistemlerdir ve açık sistemler karmaşıklığa doğru hareket ederler”… Ben, bu fikri yanlışlayacak bir argüman daha geliştiremedim bugüne kadar.