Liberal Teori Açısından Filistin-İsrail İhtilafı

Filistin-İsrail ihtilafı ve sıcak çatışması bütün yaklaşımlar gibi liberal düşünceyi de bir iç muhasebe yapma ve teoriyle pratiği karşılaştırma sorunuyla yüz yüze getirdi. Bu kaçınılmaz olarak ele alınması gereken bir sorun ve ağırlığını gelecekte daha fazla hissettirecek bir durum.

Liberal ideoloji değil liberal düşünce dememin sebebi liberalizmin klasik anlamda bir ideoloji olduğu fikrine pek sempati duymamam. En azından liberalizmi sosyalizm, faşizm, İslamizm gibi tamamlanmış, topluma yukardan aşağı aktarılması ve dayatılması gereken gerçeklere dayanan ve bunun yapılmasını bir hak ve görev telakki eden sert ideolojilerden ayırt etmem. Mutlaka bir ideoloji olarak adlandırılacaksa da liberalizmin yumuşak ve natamam bir ideoloji olduğunun vurgulanması ve bu hâliyle sert, tamamlanmamış ideolojilerden ayrı tutulması gerekir.

Bu şekliyle liberalizm bir amaç değerler değil bir araç değerler dizisine dayanır. Bunun anlamı liberalizmin savunduğu değerlerin barışçıl ve müreffeh bir ortak hayat için şart olan çerçeve değerleri savunmasıdır. Bunun doğal sonucu olarak, başkalarının aynı haklarına saygı göstermek şartıyla, liberal düşüncenin egemen olduğu bir yerde, herkes istediği gibi bir hayat yaşayabilir. Bu hayli açık.

Gelgelelim liberal düşüncenin en zayıf olduğu alan uluslararası ilişkiler. Başka bir deyişle liberalizmin bir uluslararası politika önerisi yok. Her ne kadar uluslararası ilişkilere dair gerçekçi ve idealist yaklaşımlar arasında liberal düşünce idealist teorinin sahibi olarak gösteriliyorsa da bu ikisinin tam bir aynılaşması, çakışması olarak görülemez. İdealist teori kısmen liberalizme uyar. O da teoride. Pratikte neler oluyor? Sanırım pratikte güç dengesine ve millî menfaat algısına dayanan realist politika ağır basıyor.

Buna paralel olarak özellikle tüm dünya ilgi alanına giren liberal kişi ve kuruluşların diğer ülkeleri ve devletleri değerlendirmede liberal ilke ve değerlere başvururken kendi ülkelerinin dış politikasını aynı şekilde değerlendirme meselesini ya tamamen görmezden gelmeleri ya de geçiştirmeleri gibi bir problemimiz var. Örneğin ABD’deki liberal kişilerin ve kuruluşların çoğu buna örnek olarak verilebilir. Ancak bunların ağırlıklı olarak bu tavrı bir başka güce, İsrail’e karşı da sergilediğini görmekteyiz.

Ne yazık ki dünyanın çeşitli yerlerinde liberaller (klasik liberaller, minarşistler, anarko-kapitalistler) arasında yapılan tartışmalarda veya bu kesimler tarafından kamuya yapılan açıklamalarda bazı kişi ve kuruluşların liberal değerleri taca atan çok ters pozisyonlar alabildiği görülmekte. Bazı liberal kişi ve kuruluşlar ses verirken diğerleri sessizliğini muhafaza etmekte, meseleye ilişkin bir renk vermemekte. İsrail’in Filistin’e yönelik vahşi saldırısı karşısında bazı liberal kişi ve kuruluşlar çatışmada alenen ve güçlü bir şekilde Filistin’i desteklerken diğer bazıları İsrail’e destek vermekte. Epeyce kişi ve kuruluş da sessizliğini korumakta., renk vermemeye çalışmakta. Dünyadaki bu durumun Türkiye için de geçerli olduğu elbette söylenebilir. Bu konu üzerinde ayrıca durulmasını hak ediyor.

İsrail’in işgalciliği

Ele alınması gereken temel mesele İsrail’in pozisyonu. Her ne kadar İsrail amansız ve insafsız saldırılarını son HAMAS baskınına cevap olarak gerçekleştiriyor görünse de hikâye baskın tarihi olan 7 Ekim 2023’te başlamadı; daha öncesi de var. Ancak, İsrail’in Gazze’de yaptıklarını meşru ve makul göstermeye çalışanlar bu gerçeği görmezden gelmeyi tercih ediyor ve İsrail saldırılarını meşrulaştırmada üç temel argümana baş vuruyor. İlk olarak, İsrail’in işgalci olmadığını, çünkü yer aldığı topraklarda ondan evvel bir siyasî otorite bulunmadığını öne sürüyor. İkinci olarak zaten Yahudilerin çok önceleri bu toprakların sahibi olduğu ama oradan sürüldüğü ve bundan dolayı söz konusu toprakları tümüyle ele geçirerek bir bağımsız devlet kurmasının tarihten kaynaklanan -ve kimilerine göre de kutsal kitapları Tevrat’ta bu toprakların Yahudilere vaat edilmiş olmasından gelen- bir hak olduğunu dile getiriyor. Üçüncü olarak da 7 Ekim 2023’te HAMAS’ın İsrail topraklarına ‘vahşi bir saldırı’ gerçekleştirdiği ve neredeyse tamamen sivilleri hedef aldığı, bunun da İsrail’e intikam alma ve Gazze’yi bugün yaptığı gibi bombalama hakkı verdiğini iddia ediyor. İsrail’in bu saldırıya cevap vermesinin ve bir ‘terör örgütü’ olan HAMAS ile mücadele etmesinin şart olduğunu söylüyor. Hızını alamayan bazıları bu mücadelenin sadece İsrail için değil tüm Batı medeniyeti için bir var oluş savaşı olduğu fikrini seslendiriyor.

Bu tezler tarihî olgular ve liberal düşünce açısından doğru mu yanlış mı? Neden doğru veya neden yanlış? Tek tek bakalım:

Filistin devleti yok muydu?

Bölge bilindiği gibi uzun bir süre Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde yaşadı. Bu bölge için büyük ölçüde bir barış ve huzur dönemi oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve bölgenin Britanya’nın hâkimiyetine geçmesinden sonra İtilaf Devletleri tarafından verilen ve Milletler Cemiyeti tarafından Haziran 1922’de resmen onaylanan bir kararla Filistin Manda Cumhuriyeti kuruldu. Bu devlet 1920-1948 arasında varlığını sürdürdü. İşler olağan akışında gitseydi bu devlet de Britanya’dan bağımsızlığını kazanacak ve bugün dünya sahnesinde müstakil bir devlet olarak boy gösterecekti. Manda yönetimi aslında kendi başına bir siyasî varlığa sahipti. Nitekim bölgeye göç etmek isteyen Yahudilere verilen izin belgeleri ve yönetim adına bastırılan sikkeler bunun işareti ve sonucu. Keza, o zamanlara ait haritalarda da Filistin devleti adıyla sanıyla yer almakta.

Filistin’in talihsizliği önce, 19. Yüzyıl’da, genellikle sanıldığının aksine, Yahudi değil, Hristiyan Siyonistlerce başlatılan, daha sonra Yahudi Siyonistlerin öncülüğünde devam eden bir süreçte söz konusu toprakların Yahudilerin vatanı olarak benimsenmesi kararı oldu. Bunun üzerine dünyanın birçok yerinden Yahudilerin bölgeye göç etmesi sağlandı. Böylece Yahudi nüfusu artmaya başladı. Ancak, yine de, topraklar ağırlıklı olarak Filistinler elindeydi ve nüfusun büyük çoğunluğu da Filistinliydi. Bütün göç çabalarına rağmen II. Dünya Savaşı sonunda bölgedeki Yahudi nüfusu ve Yahudilerin elindeki topraklar çok azdı. Britanya’nın bölgeden çekilmesi zaten kurulmuş ve iş başında olan Yahudi terör örgütlerinin yön değiştirerek Filistinlileri hedef hâline getirmesine yol açtı. Bu örgütlerin terör faaliyetleri Filistinlileri bölgeden sürmeyi hedefledi ve sonunda İsrail devletinin ortaya çıkmasına giden yolculuğu başlattı. Buna dayanarak İsrail’in Siyonizm hedefleri doğrultusunda hareket eden terör örgütleri tarafından kuruluşuna öncülük edilmiş bir güç olduğunu söylemek yersiz, haksız ve yanlış olmaz.

Bölgede Filistin adı altında varlık gösteren bir devlet -bir siyasî otorite- vardı ama böyle bir devlet asla var olmamış olsa bile yaşayan insanların çoğu Filistinliydi ve bunların özel mülkiyeti altında bulunan topraklar ve evler vardı. İsrail’in yayılması fiilen bu özel mülk alanlarının saldırıya uğraması, tasfiye edilmesi ve ahlâka ve adalete aykırı yol ve yöntemlerle Yahudilere ait kılınması anlamına geldi. Aynı zamanda, bu, özel mülkiyete tecavüz üzerinden insanların hayat hakkına saldırı anlamına da geldi. Dolayısıyla, insan haklarını gerçekten kıymetli bulan ve bilhassa özel mülkiyeti önemseyen ve değerli gören bir düşünce çizgisinin İsrail’in bu davranışlarına destek vermesi düşünülemez. Böyle bir durumda ya teori yanlış ya da teoriye bağlı olduğunu iddia eden insanlar teoriye ihanet ediyor demektir…

Tarihte işgal edilen topraklar mı?

İsrail’in varlığını ve Filistinlilere yaptığı muameleleri haklı göstermekte kullanılan ikinci tez yukarıda da vurgulandığı üzere şu: Bölgede binlerce yıl önce Yahudiler yaşamış ama o topraklardan günün egemen güçlerince sürülmüşlerdir. Dolayısıyla, bu topraklar aslında Yahudilere aittir. Bu tez bir dinî iddia ile de -en azından bazılarının nazarında- güçlendirilmekte. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ta söz konusu toprakların Yahudilere vaat edildiği öne sürülmekte. Nitekim İsrail’e sonsuz ve sınırsız destek veren örneğin Amerikan evanjelik Hristiyanları ile dindar Yahudiler bu görüşü paylaşmakta.

Tarihe baktığımda pek çok yerde ve zamanda işgal ve sürgün vakaları görüyoruz. Bu bize insanların melek olmadığını ve zaman zaman büyük haksızlıklar yapıldığını gösteriyor. Ancak, haksızlıkları onarma çabasında ne kadar geriye gidebiliriz? Çok eskiye gidilmesi haksızlıkları gidermeye mi yoksa yeni haksızlıklar yapılmasına mı yol açar? Asıl tartışılması gereken konu bu. Başka bir deyişle, ne kadar eskiye dönmek makul, mutedil ve gerçekleştirilebilir? Bu konularda harika bir çalışmaya imza atmış olan Allen Buchanan’ın Secession (Westview Press, 1991) adlı eserindeki görüşlerden yararlanabiliriz.

Buchanan’a göre haksızlıkları gidermek için binlerce yıl öncesine gitmek hem imkânsız hem de yanlış.

İmkânsız; zira birçok durumda vakanın gerçek boyutlarını ve failleri tam olarak tespit etmek dahi zor. Ayrıca, haksızlıkları giderme çabalarının yeni haksızlıklara, mevcut statüyü kökten ve geri dönülmez biçimde değiştirerek, vücut vermesi de mümkün. Bu yüzden, geçmişteki haksızlıklara yönelik çabalarda dikkat edilmesi gereken, haksızlıkların şahitlerinin olup olmadığı -yani haksızlıkların yapıldığı dönemlerde yaşamış insanların bulunup bulunmadığı- ve vakanın canlı ve yaygın tarihî kayıtlarının varlığı veya yokluğu… Birçok durumda böyledir. Bu da zaman bakımından üç dört nesil demektir.

Yanlış; zira binlerce yıl önce bazı topraklarda bulunmuş olmanın aynı soydan gelen topluluklara o topraklar üzerinde hak iddia etme hakkını verdiğini kabul edersek ve buna yönelik politikalar geliştirirsek dünya alt üst olur. Meselâ Kızılderililer ABD’nin büyük bölümünün kedilerine ait olduğunu ileri sürebilir. Bu yüzden Allen Buchanan’ın işaret ettiği gibi, en fazla üç dört nesil öncesine gitmek makul görünüyor. Bu da İsrail’i değil Filistin’i haklı çıkarır. Çünkü Filistin’de vaka hâlâ canlı; ilk sürgünleri ve katliamları yaşayan insanların bazıları hayatta olduğu gibi yeni vaka da zamanın gelecek üç dört nesli kapsayacak şekilde uzaması anlamına gelmekte…

Bir diğer mesele dinî referanslara ne kadar itibar edilmesinin doğru olacağı. Her dinin referansları özü itibarıyla ona inananları ilgilendirir. Tevrat’a inanmayanlar için bu iddiaların bir önemi ve değeri yok. Siyonist Yahudiler işgal ettikleri toprakların kendilerine ait olduğunu ve bu yüzden onları işgal etmekten ziyade kitabın buyruğuna uygun hâle getirdiklerini iddia edebilir. Ancak, bu görüş sadece onlar için bir anlam ve kıymet taşır. Kaldı ki, günümüz dünyasında sırf teo-politik argümanlara müracaatla toprak işgalini meşrulaştırmak mümkün olamaz. O zaman, söz gelimi Müslümanların Kudüs’e verdiği dinî ve tarihî önem de bu iddiayla yarıştırılabilir…

HAMAS bir terör örgütü müdür?

İsrail’i savunanların üçüncü tezi HAMAS’ın bir terör örgütü oluğu ve her terör örgütü gibi ona karşı da mücadele etmek gerektiği. Burada terör kavramının manipüle edildiği bir durumla karşı karşıyayız. ABD ve İsrail hoşlarına gitmeyen her oluşumu terör olarak adlandırmakta hiç de utangaç değil. Hatta bu konuda adeta bir tekel olduklarına inanıyorlar. Meselâ ABD Suriye’de PKK/YPG’yi bir terör örgütü değil bir müttefik olarak görürken teröre bakışta çifte standartlılığını en açık şekilde sergiliyor.

HAMAS bir terör örgütü müdür? İsrail ve destekçileri bu soruya tereddütsüz evet cevabı veriyor. Ancak HAMAS’ın bir terör örgütü olduğunu söylemek çok zor. HAMAS bir siyasi parti. Ortaya çıkmasında da ana sebep Filistin Yönetimi’nin etkin bir idare gerçekleştirememesi ve bunun Filistin halkında vatanlarının kurtarılacağına dair yol açtığı çaresizlik ve umutsuzluk. Böylece doğan HAMAS seçimlere katılmış ve başarıyla çıkmış bir parti. HAMAS sadece Gazze’de değil, Batı Şeria’da da büyük halk desteğine sahip. 2005’te yapılan yerel seçimde Batı Şeria’nın 5 şehrinin 4’ünü kazandı, 2006’da yapılan genel seçimlerde de meclis çoğunluğunu kazandı.

HAMAS’ın 7 Ekim saldırısı ve sivillere yönelik şiddet kullanması elbette eleştirilebilir. Ancak buna ilişkin yoğun bir dezenformasyon olduğu gerçeği de görmezden gelinemez. Meselâ başı kesilen 40 bebek ve Gazze sınırına yakın bir yerde yapılan müzik festivaline katılanların HAMAS tarafından katledildiği iddialarının İsrail’in dezenformasyon faaliyeti olduğu anlaşıldı. Ayrıca, hikâyenin bütünü, yani 1948’den bu yana olanlar ve İsrail’in yaptıkları ve yapmaya devam ettikleri hesaba katıldığında HAMAS saldırısının kendi başına bir saldırıdan ziyade İsrail terörüne bir cevap olduğu da söylenebilir.

Unutmayalım ki İsrail sadece Gazze’de değil Filistinlilerin yaşadığı her yerde işgal ve eliminasyon politikası izliyor. Savaşlar ve sürgünler sonucunda elde ettiği kitlevî topraklar yanında salam politikası izleyerek Filistinlileri yerlerinden atıyor ve topraklarına el koyuyor. Dolayısıyla HAMAS’ın çıkışı hukuken ve manen bir devlete ait olduğu tam kabul görmüş topraklara değil insanların işgal edilmiş topraklarındaki işgalcilere yapılan bir ‘saldırıdır’.
Aslında İsrail’in son HAMAS operasyonuna kadar sinsi ve hayli başarılı bir şekilde ilerlediği söylenebilir. O kadar ki İsrail’in işgalci ve hak hukuk tanımaz bir entite olduğu gerçeği neredeyse tamamen unutulmuştu. Filistin topraklarının çoğunu zaten işgal etmiş ve Yahudileri oralara yerleştirmişti. Geri kalanlarını tasfiye etmek için de salam politikası izleyerek küçük küçük hamlelerle ilerlemekteydi. HAMAS ‘saldırısı’ ve İsrail’in vahşi cevabı İsrail’in ne olduğu ve ne yapmaya çalıştığı gerçeğinin belki de dünya gündemine bir daha hiç çıkmamak üzere girmesine sebep oldu…

Liberal açıdan bakınca

Liberal açıdan bakıca İsrail kesin olarak haksız görünmekte. Eskiden beridir zaten tüm hak ve özgürlükleri ayaklar altına alan uygulamalarına ilaveten sıcak çatışma anında da çoğu liberal düşünceden kaynaklanan birçok kuralı ihlâl ediyor. Meselâ kollektif cezalandırma yapılması, İsrail’in on yıllardır uyguladığı bir politika. Bu politika şimdi Gazze’de ortaya çıktı ama geleneksel olarak suç işlediğine inanılan kimselerin tüm ailesi evleri yıkılmak suretiyle cezalandırılıyor. Keza İsrail saldırılarında siviller tesadüfen ölmüyor, İsrail tarafından bilinçli şekilde katlediliyor. Özellikle çocuklar ve kadınlar. Zamanımızda çocukların savaşlarda ölüm oranı % 8 civarındayken, Gazze’de bu oran % 42. Bu çerçevede İsrail sivillerin yaşadığı evleri, sığındığı okulları ve mülteci kamplarını, hastaneleri bilinçli olarak bombalıyor. İnsanlara çok zarar veren fosfor bombaları kullanıyor. İsrail gazetecileri de bilinçli olarak öldürüyor. Şimdiye kadar öldürülen gazeteci sayısı yüz civarında. İsrail işgal altındaki Batı Şeria’da da reşit olmayan çocukları da göz altına alıyor ve tutukluyor. Onları İsrail vatandaşlarını yaptığı gibi sivil değil askerî mahkemelerde yargılıyor ve hapse mahkûm ediyor…

Bu uygulamaların hepsi liberal teoriye aykırıdır. Dolayısıyla, liberallerin İsrail’e destek vermesi onların benimsediklerini öne sürdükleri teoriye ihanet etmeleri anlamına geliyor. Liberal teoriden haberdar olan ve teorinin unsurlarına dayanarak hayatı okuma ve yorumlama gücüne ve becerisine sahip hiç kimse İsrail’i desteklemez, destekleyemez.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et