Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın evi civarında şüpheli bir konumda yakalanan subayların Genelkurmay’a bağlı “Özel Kuvvetler Komutanlığı”na mensup olduklarının anlaşılması üzerine, soruşturmayı yürüten adli makamlar doğal olarak söz konusu birimde araştırma ve incelemeler yaptı.
Ne var ki, usulüne uygun olarak ve üstelik Genelkurmayın bilgisi dahilinde yapılan bu araştırma-inceleme işi, başta kimi gazeteciler olmak üzere bazı “siviller”i fazlasıyla rahatsız etmiş görünüyor.
Bunların adli hakim ve savcıların askeri mekânda yaptıkları bu araştırmayı tartışma biçimlerinde başka bir tuhaflık daha var: Sanki, söz konusu olan “Türk” silâhlı kuvvetleri, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin değil de başka bir devletin askeri kuvvetiymiş gibi, bu araştırma-incelemeyi silâhlı kuvvetlere yabancı bir gücün müdahalesi gibi görüyorlar.
Şöyle der gibiler: “Sonunda bu da oldu: Genelkurmay’ın da “harim-i ismeti”ne girdiler!” Bu arada, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yargıcının askeri mekândaki bazı gizli belgeleri görmesine de “devlet sırları”nın “başkalarının eli”ne geçmesi nazarıyla bakıyorlar. Kafalarının arkasında, “devlet”le orduyu özdeşleştiren bir düşünce var.
Adamın biri “Bulgar ordusundan bahsetmiyoruz” diye celâlleniyor. Sanki, silâhlı kuvvetlerin “mahremine” girenler de “Türkiye” Cumhuriyeti’nin hakim ve savcıları değilmiş gibi!…
Bu zevatın aklının ve dilinin bu kadar şaşmasında, daha açık söyleyelim, bunların “zıvanadan çıkmaları”nda elbette şu anda iktidarda AKP’nin olmasının çok etkisi var. Besbelli ki, bunların bir kısmı AKP’yi “düşman” olarak görüyorlar. Ama sanırım asıl mesele başka yerde ve daha derinde. Mesele, Türkiye’de gerçekten de iki devletin var olmasıyla ilgili. Dahası, böyle konuşan kişiler hem bu ikiliğin “künhüne vakıf”lar, hem de bunu normal sayıyorlar.
Evet, son yıllardaki demokratikleşme adımlarına rağmen, Türkiye’de halâ ikili bir devlet yapısı var. Bir yanda iyi-kötü anayasası, temsili organları ve bunlara bağlı olarak faaliyet gösteren kurumlarıyla görünür bir devlet var; ama öbür yanda bu görünür, hukuki biçim altındaki devletten neredeyse tamamen bağımsız olarak işleyen görünmez bir devlet daha var.
Gerçi bu ikincisinin de kısmen yasal dayanakları, hatta “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” (MGSB) örneğinde olduğu gibi bir tür “anayasası” var; ama yine de büyük ölçüde demokratik süreçten ve sahici bir hukuki denetimden bağımsız çalışıyor. Bu yapı işte Susurluk gibi, Ergenekon gibi, “özel Kuvvetler Komutanlığı” gibi istisnai durumlarda bir ölçüde görünürlük kazanıyor, ama resminin tamamını ne biz vatandaşlar tam olarak görebiliyoruz, hatta ne de seçilmiş siyasi makamlar…
Bu yapının silâhlı kuvvetlerle birebir örtüştüğü söylenemezse de, onunla kısmen içi içe geçmiş durumda olduğu da açık. Üstelik, bu iç içe geçmişliğin onun anayasal ve yasal özerkliğiyle birleşmesi silâhlı kuvvetleri neredeyse ikinci bir devlet haline getiriyor. Nitekim, yakın zamanlara kadar MGK Genel Sekreterliği ikinci bir hükümet gibi işliyordu. Genel Sekreterin artık bir “sivil” olmasının bu yapıyı sivilleştirmeye yetmiş olduğunu da hiç sanmıyorum. Esasen, MGSB var olduğu sürece ne bu sivilleşme mümkün olur ne de sözünü ettiğim ikilik ortadan kalkar.
Nihayet, silâhlı kuvvetlerin kendine ait, ülkenin genel hukukundan ayrı bir “hukuk”u olması onun Anayasanın tanımladığı “Türkiye Cumhuriyeti”nden ayrılığını pekiştirmeye yarıyor. Öyle olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukukunu uygulamakla görevli birimlerin silâhlı kuvvetlerde arama-inceleme yapmasına “yabancı müdahale” gözüyle bakılır mıydı?…
Star, 31.12.2009