Atatürkçülük’ün veya ‘Atatürk ilkeleri’nin siyasi tartışmanın meşru sınırlarını çizdiği anlayışı Türkiye’de çok köklü bir fikir. Bu sadece devlet katında değil, siyasi partiler ve medya dahil olmak üzere kimi sivil aktörler arasında da yaygın bir düşünce. Buna göre, Atatürk’e veya ‘Atatürkçülük’e atıf yapılması meşru siyasi tartışmanın sonunu belirliyor. Demokratik teorinin son zamanlardaki gözde kavramlarından biriyle ilişkilendirerek söylersek, ‘kamusal akıl’ denen şey Türkiye’de aşağı yukarı ‘Atatürkçülük’ anlamına geliyor.
Türkiye’de okullar ve kışlalardan mahkeme ve baro koridorlarına, üniversite platformlarından medyanın sayfa veya ekranlarına kadar her yerde hakim olan bu söylem yüzünden, sanki tartışılmaz bir doğruyla karşı karşıyaymışız gibi bir izlenim herkesin zihninde yer etmiş durumda. Aslında bu sadece ‘hegemonik’ bir fikir de değil; Atatürk, Atatürkçülük ve ‘Atatürk ilke ve inkılâpları’ konularındaki anayasal ve yasal referanslar ile, ilgili ceza ve disiplin mevzuatlarını da hatırlarsak, devletin cebir gücünün de bu fikrin arkasında durduğunu görebiliriz.
Onun için, bu meselede farklı görüş dile getirmek çok riskli, bu riskin önemli bir parçasını da ilk önce medya linciyle karşılaşmak ihtimali oluşturuyor. Ama bu böyle devam edemez. Bırakınız demokrasiyi, bu kafayla asgarisinden medeni bir toplum olmamız bile mümkün değil.
Mesele, tartışılmaz sayılan referans çerçevesinin ‘Atatürkçülük’ veya ‘Atatürk ilkeleri’ olması da değildir. Buradaki sakınca, toplum hayatının neredeyse her alanında doğrular buyuran ve bu arada kamusal tartışmayı neredeyse imkânsız hale getiren her ideoloji için geçerlidir. Devletin cebir gücüyle desteklenen her türden ‘kapsayıcı görüş’ hem özgürlük için ciddi bir tehdittir, hem de demokrasinin önünde büyük bir engeldir.
Ana referans olarak ‘Atatürkçülük’ü kabul eden sivil ve siyasi örgütlere bir demokraside elbette yer vardır; ama sadece, başka görüş ve çıkarların siyasetini yapanlarla demokratik yollardan yarışan bir aktör olarak. Problem bunda değil, problem ‘Atatürk ilkeleri’nin herkesi bağlayan bir normatif çerçeve olarak görülmesinde ve kamu gücüyle desteklenmesindedir.
Siyaset söz konusu olduğunda, eğer bütün siyasi partiler ‘Atatürk ilkeleri’ni savunacaksa, o zaman rejiminize demokrasi demenizin bir anlamı yoktur. Böyle bir durumda ne parlamento için seçim yapmanız, ne de parti olarak bir siyasi program için halktan destek almaya çalışmanız gerekir. ‘12 Eylülcüler’in yaptığı gibi, Atatürkçülüklerinden kuşku duymadığınız ‘uzmanlar’dan oluşan bir ‘Danışma Meclisi’ kurarsınız olur biter.
Öte yandan, ‘Atatürk ilkeleri’ de içeriği açısından da özgürlük ve demokrasi arayışında ciddi olan kimseler için kılavuz olmaya elverişli görünmüyor. O ilkeler arasında bu ve benzeri ideallere hiç yer verilmemiş olması zaten yeterince anlamlıdır, ama dahası var: CHP’nin ‘Altı Ok’unda ifadesini bulan o ilkelerin bir kısmı hiç de ‘çağdaş’ olmadığı gibi, bir kısmının da yerleşik yorumu çoğulcu-demokratik bir rejimin gerekleriyle bağdaşmaz niteliktedir. (Aslına bakılırsa, bunların CHP’nin program esasları olması, başka partiler için bağlayıcı olamayacaklarının da göstergesidir.)
Daha açıkçası, ‘milliyetçilik’in bir ‘Atatürk ilkesi’ olması, bu ilkenin barışçı-medeni bir hayatın ve çoğulculuğun gerekleriyle bağdaşmayan niteliğini ortadan kaldırmaz. Bunun gibi, toplumun ‘anlam haritası’nı çizmesi öngörülen kapsayıcı bir felsefe olarak ‘lâiklik’ anlayışının özgür toplum idealiyle taban tabana zıt olduğu da hem teorik olarak hem de tecrübeyle sabittir. Esasen, bugün Türkiye’nin halâ çözmek için didinip durduğu devasa sorunlar da bu iki ‘ilke’nin getirdiği yüklerden başka bir şey değildir.
Star, 21.11.2009