Çılgın proje ve politikanın geleceği

İnsanlar ikiye ayrılıyor:
Bir kısmı insanları dönüştürmeyi seviyor, bir kısmı da nesneleri ya da doğayı kontrol etmeyi, dönüştürmeyi, yeniden biçimlendirmeyi…

Birinciler genellikle gözünü Meclis’e dikiyor; ikinciler ise mikroskoplarının, teleskoplarının ya da iş makinelerinin başında mutlu oluyor.

Sık sık düşünmüşümdür, acaba gerçek güç kimde diye? İnsanları ya da toplumları dönüştürmek, yeniden kalıba dökmek için çeşit çeşit yönetim sistemleri kuranlarda mı yoksa barajlar kurup suları dizginleyen, dağları delip şehirleri birbirine kavuşturan, susuz bozkırları suya kavuşturanlar mı?

Hangisi zahiri güç odağı hangisi gerçek güç odağı?

Politika birçok insana “toplumları yönetmek, değiştirmek, yeniden biçimlendirmek” imkânı olarak göründüğü için çekici geliyor. Çünkü insanlar başkalarının hayatlarını avuçlarının içinde hissetmeyi, bu hayatları değiştirmeyi, yeniden kalıba dökmeyi seviyor. İktidar olduklarını ancak böyle hissediyor.

Bir de politikayı ülkeyi yeniden biçimlendirmek olarak görenler var.

Tayyip Erdoğan ikinci kategorinin tipik temsilcisi… O şehirlere, kasabalara damgasını vurmak istiyor. Yönettiği ülkeyi dönüştürmek, mamur hale getirmek; ülkenin her köşesinde taşa toprağa kalıcı izler bırakmak istiyor. Başını yastığa koyduğu zaman köprülerin, duble yolların, barajların, çılgın projelerin hayalini kuruyor. İstiyor ki, kimse gölge etmesin; kimse maraza çıkarmasın, o koca bir şantiye haline getirdiği ülkenin başında tam yetkili bir şantiye şefi olarak gece gündüz çalışsın…

Kürt sorunu, Alevi sorunu, seçim barajı sorunu gibi şeyleri konuşurken yüzü asılıyor; geriliyor; ama sıra yapılacak işleri, kurulacak tesisleri anlatmaya gelince birden rahatlıyor; heyecanlanıyor; yüzünde güller açılıyor.

İşte aylardır sır gibi sakladığı çılgın projesini açıklarken de aynı ruh hali içindeydi.

Bitişini görüp göremeyeceği bile belli olmayan o müthiş proje, 8 yılın iktidar yorgunluğunu silip süpürmüş, kürsüde çiçeği burnunda genç bir siyasetçi gibi şevkle anlatıyor, dinleyenleri de coşkusuna ortak etmeye çalışıyordu.

Ben Erdoğan’ın bu tarafını seviyorum. Birçok muhalifi onun “belediye başkanlığından gelme oluşunu” onu küçümsemek için vurgularken; ben belediyecilik geçmişinin önemli bir avantaj olduğunu düşünüyorum.

Hatta daha ileri giderek, günün birinde, Türkiye bütün kronik sorunlarını çözdüğünde; ordunun kışlasına döndürülmesi gibi, Kürt meselesi gibi, darbe anayasalarının tarihin çöp sepetine atılması gibi, devletin ekonomiden çekilmesi gibi geçmişten miras kalan temel sorunlar halledildiğinde, devlet ideolojik devlet olmaktan çıktığında, parlamentolar insanların hayatını nasıl yaşayacağına dair yasa üstüne yasa çıkarmaktan vazgeçtiğinde, politikacıların ağırlıklı işinin “belediyecilik”ten pek farklı olmayacağını düşünüyorum.

Ortak ihtiyaçlarımızı ortak bütçemizle gidermek üzere planlar, programlar yapan, projeler geliştiren, bu projeleri bizim onayımıza sunan ve sonra da onların “şantiye şefliğini” yapan politikacılar…

Ama buna daha epey vakit var…

Çünkü bugün birilerinin bir zamanlar kuyuya attığı taşları çıkarmaya çalışıyoruz. Birileri; kendi yatağında kendi tabiatına göre akan nehrin yatağını değiştirmeye kalkışmış. Gürül gürül akan suyun önüne acemice bentler örmüş. Ama kızgın nehrin intikamı acı olmuş. Bentler yıkılmış, etrafı seller basmış. Önce bu bentleri kaldırıp, suyun önüne yığılan taşı toprağı, çer-çöpü temizleyip, bildiği gibi akmasını sağlamak, nehri doğal yatağına kavuşturmak gerek… İşte bunun adına tabileştirme deniliyor. İsterseniz, “siyasette çevrecilik dönemi” ya da “siyasette doğal hayatın korunması” da diyebiliriz!

Bir gün gelecek, politika, toplumun kendi iç dinamikleriyle varacağı noktayı programlaştırmaktan ibaret hale gelecek. En iyi, en basiretli politikacılar; her şey kendi haline bırakılsa zaten olacak olanı önceden görüp formüle eden, hayatın akışına en az müdahale eden politikacılar olacak. En büyük “yenilikçilik” ise geçmişte savunulan müdahaleleri artık savunmamak, toplumu rahat bırakmak!

Bir zamanlar, politik iktidarı ele geçirme yoluyla tüm toplumu yukarıdan aşağıya değiştirebileceğine inanan ve böyle bir gücün sihriyle militan politikaya soyunan insanlara gelince…

Politikacının başlıca görevi, toplumsal gelişmeye, ekonominin kendine özgü kurallarının işleyişine engel olmamak, “gölge etmemek” haline geldiğinde; böyle bir politikanın, geçmişin “dönüştürücü”, “misyoner” politikacısı için bir cazibesi olabilir mi? Elbette ki olmayacak.

Onlar için politikanın eski tadı kalmayacak…

29.04.2011, Bugün

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et