Anne-babam öğretmendiler. İlk atandıkları köyde tanışıp evlenmişler. İlk hatıralarım o köyde başlar.
Tokat-Sivas-Kayseri havalisindeki kasaba ve küçük ilçelerde öğretmenlik yaptılar. Babam Tokatlı, annem Sivaslı olduğundan, mecburi hizmetleri bittikten sonra da o yöreden ayrılmadık. Taa ki ben üniversiteyi kazanıncaya kadar.
Sık sık şehre giderdik. En çok da Sivas’a. Küçüklüğümde ‘şehir’ demek, Sivas demekti bu yüzden. Yalnız benim için mi?
Büyüklerim anlatırdı: Sivas’a gideceğim diyen bir delikanlıya, ‘dikkat et, kaybolmayasın’ diye tembih ettikleri vakit ne yani, Sivas burdan da mı büyük? diye sormuş. Bayram abinin gördüğü en büyük yer, vaktiyle yerleştikleri bu istasyon kasabasıymış meğer: Musaköy, memleketimiz.
Osmanlı’ya dair mektepte anlatılanlarla, her şey yaver giderse üç buçuk saatlik tren yolculuğundan sonra ulaşabildiğimiz Sivas’ta gördüklerim birbirini tutmuyordu. Buruciyesi, Şifaiyesi, Gök Medresesi, Çifte Minaresi, Abdi Ağa Konağı ve Ulu Camii ile ne yana baksam Selçuklu vardı karşımda. Haniydi, neredeydi o büyük Osmanlı?
Babamın kütüphanesindeki Rumelide Türk İzleri isimli o kitap yok mu; öfkemi, hayal kırıklığımı büsbütün artırmıştı: Anadolu, öz yurdumuz dururken bunca eseri Balkanlara mı yapmıştı Osmanlı? Hiç akıl yok muydu bunlarda?
Zamanla ve okudukça anladım ki Osmanlı’nın kendini ait hissettiği coğrafya Anadolu değil, Rumeliydi. Vatan deyince aklına evvelâ Bursa ve civarı, bir de Rumeli geliyordu. Devletin kurulduğu ve ilk serpildiği yerler. Tabiî bir de Dersaadet, İstanbul. Tercih şansları olsaydı, imparatorluk dağılırken bahsettiğim coğrafyayı elde tutmak isterlerdi.
Nasıl öyle olmasın ki? Erzurum 1518’de Osmanlı topraklarına katılmış, Filibe 1361’de, Selanik 1387’de, Üsküp 1392’de. Bu şehirler (yine sırayla) 524, 525 ve 520 yıl ‘Osmanlı’ kalmışlar. Üstelik yalnız da değiller. Kavala, Gümülcine, Ohri, Piriştine, İşkodra, Manastır, Yanbolu, Rusçuk, Şumnu ve Kırcaali gibi şehirler de bu listeye ilâve edilebilir.
Osmanlı’nın Rumeliyle kurduğu bağın altında hükümranlıktan ziyade aidiyet yatıyordu. Öyle olmasa, Üsküp’ün kaybı üzerine şu mısralar yazılabilir miydi? (Yahya Kemal – Kaybolan Şehir)
…
Üsküp ki Şar Dağı’nda devamıydı Bursa’nın
…
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin yine
Evliya Çelebi’ye “Ya Rab, gök kubbe çatılı oldukça Filibe’yi Âl-i Osman’dan ırağ eyleme” dedirten de aynı his ve bağlılıktı.
Dersaadet’i Rumeli’ye bağlayan demiryollarının döşenmesine, Osmanlı’nın üstüne titrediği bu vilayetlere ulaşımını güçlendirmesi niyetiyle başlandı. İnşası 1890 yılında biten Sirkeci Garı ise, sonradan Şark Ekspresi olarak ünlenecek hattın son (bize göre ilk) durağıydı.
Rumeli’nin kaybıyla hattın bizim için değeri azaldı. Yük ve yolcu taşımacılığında karayolunun ön plana çıkması büsbütün gözden düşürdü.
Sirkeci Garı’nın makûs talihini değiştiren, Boğaz’ın altından geçerek Anadolu ve Avrupa’yı birbirine bağlayan Marmaray’ın en işlek çıkışlarından birinin bu istasyona verilmesi oldu.
Artık günün her saatinde insan kaynayan bu istasyonda, fark etmeden yanından geçtiğimiz bir de müze var:
İstanbul Demiryolu Müzesi…
Aşağıdaki satırlar, vaktiyle yaptığım bir ziyarette müze defterine yazdıklarımın genişletilmiş hâli.
Ziyaretçi Defterinden
Anne-babamın ilk görev yeri olan köyde, bizi dünyaya bağlayan en önemli vasıta trenlerdi. Makinistler, kondüktörler, hareket memurları ve makasçılarsa ilk kahramanlarım.
Kendine has mimarîsi ile alt katı bekleme odası ve yazıhane, üst katı lojman olarak kullanılan istasyon binaları…
Başka bir istasyonda hareket memurluğu yapan bir akrabamız sayesinde bu lojmanların içini görme ve geceleme imkânı da buldum sonraları.
Devir, kara trenlerin devriydi.
Öyle ki kömür kazanlarından kopup gelen kıvılcımların ya da kömür parçacıklarının gözüne isabet etmemesi için tren hareket halinde iken başını camdan çıkarmamak yahut bunu lokomotife doğru bakmadan yapmak gerekiyordu.
Uzun düdükler çalıp, simsiyah dumanlar salan ve çıkardığı sesle tezat bir hızla ilerleyen kara trenlere kaç defa binmişliğim, sayısız defa da seyretmişliğim ve el sallamışlığım vardır.
bilmeyenler, binmeyenler ve artık binemeyecekler için
Buhar gücüyle çalışan bu trenler, eksilen suyun ikmal edilmesi için bazı istasyonlarda uzun süre beklerdi. Bizimki de bu istasyonlardan biriydi.
Yarım saat kadar süren bu ikmal esnasında sıkılan yolcular trenden iner, tren mürettebatından bir kısmı çay içmek veya hasbihal için istasyondaki görevlilerin yanına gelirdi.
İnsan ilişkilerinde pek mahir olan babam, istasyon şefiyle ahbaplığının da yardımıyla tren görevlileriyle tanışarak gazete, somun ekmeği ve radyo pili gibi ihtiyaçlarının bir kısmını, kazaya ya da şehre gitmeden karşılama imkânı bulmuştu.
Sivas-Samsun hattı trenleri gün-aşırı ya da üç günde bir geçtiğinden, gazetelerin en yenisi birkaç günlük oluyordu. Bu süre zarfında haberleri orta ve uzun dalgadan yayın yapan radyodan alıyorduk.
FM kanallarının çıkmasıyla pabucu dama atılan ve hâlâ yayın yaptığından çok az kişinin haberdar olduğu bu istasyonları dinlemek için büyük boy pillerden dört tane lazımdı ki, az önce söz ettiğim piller bunun içindi.
Her hane ekmeğini köyün fırınında kendi pişirir, bizi de düşünürlerdi. Ekmek sıkıntımız olmasa da, şehirden ekmek getirtmek o tarihteki tek lüksümüzdü.
Hayata bu şartlarda başlayan bir çocuğun ilk hayalinin, kondüktör olup her yeri görebilmek olmasını kim garipseyebilir ki?
Çok yaşa ve geliş demiryolları!..