Koronavirüs salgını bireylerin ve toplumların hayatının hemen her alanını menfi etkiliyor. Bu alanlardan biri, elbette, başka her alanla iç içe geçmiş ve çoğu şeyin temeli olan ekonomi. Ekonomi deyince, insanların aklına, genellikle ve çoğu zaman, maalesef, sadece para geliyor. Para bulunursa ve herkesin eline para geçerse ekonomik problemlerin –ve dolayısıyla sonuçlarının- ya hiç doğmayacağı ya ağırlaşmayacağı ya da kolayca çözüleceği sanılıyor. Bireyler yanında hükümetler-devletler de bu inancı paylaşıyor. Bu yüzden dünyanın her yerinde insanlar devletleri “keseyi açmaya” çağırıyor ve devletler kese açma işini cömertçe yapıyor.
Ekonomik problemlerin, özellikle daha küçük birimler açısından ve de kısa vadede parayla hiç ilişkisi olmadığı söylenemez. Kredi kullanmış küçük (bazen büyük) işletmelerde krediyi geri ödeme ertelemeleri işe yarar. Bilhassa günlük kazançla veya yevmiye ile yaşayan küçük esnafa ve dar gelirli insanlara-ailelere nakit aktarmak da, kısa vadede, küçük meblağlarla büyük problemlerin doğmasını önlemeye yardımcı olabilir. Bu yüzden, hem bireyler ve aileler hem STK’lar hem de devlet rol almalıdır. Kişiler ve aileler en yakınlarındaki, tanıdıkları, akrabaları, dostları muhtaç bireylere ve ailelere destek vermeye gayret etmeli, STK’lar muhtaçlara aynî ve nakdî yardım ulaştırmaya çalışmalı ve mahallî idarelerle hükümet-devlet ihtiyaç sahiplerine ulaşarak özellikle beslenme dertlerine ilaç olmaya çalışmalı. Bunların hepsi asil faaliyetler ve şu veya bu ölçüde zaten yapılıyorlar. İhtiyaç sahiplerine küçük de olsa para ve erzak temin etmek için genişçe bir yelpazede resmî ve sivil aktörler sahada iş başında.
Bunların hepsi anlamlı, güzel, takdire şayan, ancak, meselenin özü, özellikle orta ve uzun vadede, parayla, en fazlasından, bir ölçüde ilgili. Başka türlü söylersek, krizin yarattığı problemler sadece ve yalnızca para ile çözülemez. Tam aksine, parayı sorunun merkezine oturtmak çok hatalı para politikalarına ve kaş yapayım derken göz çıkaracak adımlar atmaya sebep olabilir.
Adam Smith’den beridir biliyoruz ki, bir milletin zenginliği o ülkede yaşayan insanların tüketebilecekleri mal ve hizmetlerin toplamıdır. Bir toplum için zenginleşmenin anlamı, kullanılabilir mal ve hizmet miktarının artmasıdır. Refah seviyesinin yükselmesi de, kabaca, tüketilen mal ve hizmet miktarının artması manasına gelir, hem bireyler hem de toplum için. Mal ve hizmet stoku durağan değil dinamiktir, akışkandır, yani mallar ve hizmetler bir taraftan üretilir bir taraftan tüketilir. Para üretim ve tüketim faaliyetlerini kolaylaştırır ama kendisi doğrudan ve bizzat insan ihtiyaçlarını karşılamaz. Para mallara ve hizmetlere ulaşmamızı kolaylaştırır ve hızlandırır.
Buradan çıkacak sonuç şudur: Toplumun ayakta kalması herkeste para olmasına değil mal ve hizmetlerin kesintisiz üretilmesine bağlıdır. Örneğin gıda mahsulleri devamlı üretilmek zorundadır. Bununla kalmayıp tüketilecekleri yerlere ve tüketecek kişilere ulaştırılmaları da gerekir. Üretim durursa, para ile satın alınabilecek mal yoksa, cebimizde tomar tomar para olması bir işe yaramaz. Ekonominin özü cepte para olması değil, ihtiyaç duyulan mal ve hizmetlerin mütemadiyen üretilmesidir.
Bu yüzden, salgın ne kadar ağır olursa olsun, ekonomik aktörler (bireyler, hane halkları ve firmalar) uzun süre üretim sürecinin dışında kalamazlar. Zaten kalmayacaklardır. İnsanlar, bir noktada, her türlü riski göze alarak ekonomik faaliyetlere dönerler, dönmek zorundadırlar. Erdoğan ve Trump gibi siyasî liderler bu gerçeğin farkında görünüyor. Türkiye, bundan dolayı, toplu bir sokağa çıkma yasağı uygulamak yerine kısmî yasaklar koydu ve insanları gönüllü olarak evde kalmaya teşvik etti. Eğer krizin mesela 15 gün veya 1 ay gibi nispeten kısa bir sürede biteceğinden emin olabilseydik, bu süre için mutlak bir sokağa çıkma yasağı uygulanması anlamlı ve yararlı olurdu. Ne yazık ki önümüzü göremiyoruz. Dolayısıyla, üretim faaliyetlerini bir şekilde sürdürmek zorundayız. Bu yazıyı kaleme alırken dinlediğim, Kırıkkale Üniversitesi’nden bir tıp hocası da aynı noktaya değindi. İnsanların yüzde 80’inin bir semptom vermeden virüsle tanıştığını söyledi ve vücudunda korona virüse karşı anti-kor gelişenlerin mutlaka iş hayatına dönmesi gerektiğine işaret etti. Bu fikre büyük ölçüde katılıyorum.
Hazır konu açılmışken bugünlerde tezahür eden bir-iki yanlış anlayışa daha işaret etmekte yarar var. İlki yine devlete bakışla ve devletin yapabilecekleriyle ilgili. İnsanlar devlete adeta Tanrıymış gibi bakıyor ve ona Tanrıdan dilekte bulunur gibi talepler yöneltiyor. Bir klasik liberal olarak salgınlarda bir kamu görevi olarak devletin mücadeleye soyunmasının hatta başı çekmesinin gerekli ve yararlı olduğuna kaniyim. Ama, devlet, toplumdan bağımsız ekonomik kaynaklara ve güce sahip bir varlık olarak görülmemeli. Söz gelimi, devletin çok istendiği şekilde para dağıtması toplumun gücüne bağlıdır, daha doğrusu onun bir türevidir. Devlet hazinesi gökten aşağı uzanan bir hortumla bilmediğimiz doğaüstü güçler tarafından doldurulmaz, vergi mükelleflerinden alınan paralarla oluşur. Gittikçe uzayan bir süre boyunca üretim olmazsa devlet vergi alamaz, bu durumda dağıtacak fonlara da sahip olamaz. Devletin ne yapabileceği toplumun ne yapabileceğine bağlıdır.
Şüphesiz, devlet bireylere ve firmalara nispetle daha geniş hareket alanına ve daha çok araca sahiptir. Meselâ külliyetli miktarda iç ve dış borç alabilir, para basabilir, varlığa veya mevduata yeni vergiler koyabilir. Ancak, bu yolların her birinin kendine göre mahzurları vardır ve bir dertten kaçarken başka dertlerle karşılaşmamıza neden olur. Bundan dolayı devletin yapabilecekleri de sınırlıdır.
İkinci konu özel işletmeler ve özel istihdamla ilgili. Bazı iyi niyetli ama naif kimseler işverenlerin elini taşın altına koyması, hiç kimseyi işten çıkartmaması, çalışan çalışmayan herkese maaş ödemeye devam etmesi gerektiği yolunda sözler sarf ediyor. Keşke bu mümkün olabilseydi. Ama bunu talep etmek bir mucize talep etmekle eş anlamlı. Ekonomik daralma devam ederse ve üretim aksarsa firmalar kaçılmaz olarak ya küçülecek ya da kapanacaktır. Küçülmek eleman çıkartmak yani artan işsizlik, kapanmak ise daha büyük işsizlik demektir. Firmalar aksayan bir ekonomik tablo içinde maaş ödemeye en azından uzun süre devam edemez. Bunun mümkün olduğunu sananlar genellikle iş hayatı boyunca sadece maaşla çalışmış, hiç kimseyi istihdam etmemiş, kimseye maaş ödememiş kimseler. Üretim, dağıtım, pazarlama süreçleri, nakit akışı gibi şeylerden habersizler. İşverenleri ensesi kalın kalantorlar olarak görüyorlar ve kazançlarını dağ gibi izole bir yere yığdıklarını zannedip şimdi harcasınlar istiyorlar. Bir kere hiç bir firma örneğin gelecek bir veya iki yılın çalışan maaşlarını bir kenara ayırıp iş yapmaz, yapamaz. Bu mümkün değildir. Olsa bile yapılamaz, çünkü kaynak israfı anlamına gelir. Firmalar gelirleri aktıkça bunun içinden çalışanların ücretlerini öderler. En fazla bir bilemedin iki ay için personel ödemelerinde kullanılmak amacıyla ellerinde nakit bulundururlar. Mallarını üretemeyen veya satamayan firmalar kaçınılmaz olarak iş gücünü azaltma, maaşları düşürme, işçileri ücretsiz tatile gönderme gibi yollarla başvuracaktır. Devlet desteği denen şeyler bunu bir süre ve bir derecede geciktirebilir ama tamamen engelleyemez. İşçi çıkarmaya konan yasaklar da neticeyi çok değiştirmez. Firmalar işçi çıkarmayabilir ama maaş ödeyemez. Böylece fiiliyatta bir şey değişmemiş olur. Hayat kanunlardan, siyasî kararlardan ve bürokratik emirlerden büyüktür. Kimse hayatla savaşamaz, hayat eninde sonunda kendi hükmünü icra eder.
Umudumuz, temennimiz, inşallah, bu salgının çok uzamadan sona ermesi ve hepimizin hayatının normale dönmesi.
9 Nisan 2020