‘Açılım’ gündeme geldiğinden beridir hep söyledim; riskleri de kazançları da bütün siyasi aktörler arasında eşit bir şekilde dağıtmadan çözüm süreci başarıyla sonuçlanmaz.
Çünkü; öncelikle, sürecin sonunda kaybedeceklerini düşünenler çözümü sabote ederler; sonra, çözümün siyaseten kaldırılamayacak riskler taşıdığını görenler tek başlarına bu riskleri göğüslemekten kaçınırlar.
Son bir yılda bu ikisi de oldu.
Muhalefet çözümden korktu. Çözümün tümüyle AK Parti hanesine yazılmasından korktu. Aslında bu kaygının üstesinden gelmek zor değildi. Tüm partilerin sürecin içinde yer almaları, ‘çözümün parçası’ olmaları ‘siyasal kazanca’ ortak edecekti hepsini. CHP’nin kendi hazırladığı raporları hatırlaması, BDP’nin ‘siyasal aktör’ olduğunu bilmesi ve MHP’nin ‘kardeşlik ve bütünlük’ söyleminin gereğini yapması yeterliydi bunun için.
Anlaşılması gereken; Kürt sorununun ancak herkesin ‘risk’e ortak olmasıyla çözülebileceğiydi. Tek bir siyasi aktörün bile dışarda kalarak sürece muhalefet etmesi, duyguları kamçılaması, yaraları kaşıması içerde kalanlarda ‘sürecin altında kalacağız’ korkusu yaratmaya yeterdi.
Muhalefet, çözüm sürecine katılmak yerine AK Parti’yi açılım inisiyatifinde yalnız bıraktı. Yalnız bırakmakla da kalmadı; açılımı AK Parti’yi yok etmek için bir fırsat olarak gördü. Askerî darbe girişimlerinin yıkamadığı, yargının kapatamadığı, ekonomik krizin bitiremediği AK Parti’yi ‘demokratik açılım’ projesinin altına gömmeye çalıştılar. Bunu sadece muhalefet partileri yapmadı; açılımı AK Parti’nin başına yıkmaya çalışan siyaset dışı bir sürü ‘aktör’ün yanı sıra PKK’nın kendisi de sahne aldı. Mesele ‘çözüm arayışı’ olmaktan çıktı birçokları için; AK Parti’yi bitirme projesine dönüştü. Muhalefet partilerinden vesayet kurumlarına, oradan da PKK’ya geniş bir koalisyonun rol aldığı bir koalisyon…
Hakkını teslim etmek lazım; Başbakan Erdoğan ‘Her türlü bedeli ödemeye hazırız.’ diyerek yola tek başına devam etmeyi denedi. Uluslararası, bölgesel ve ulusal şartların çözüm için çok uygun olduğunun farkındaydı. Çözümsüzlük koalisyonunun bir kanadının provokasyonlarına diğer tarafının ise ‘milliyetçilik’ kışkırtmalarına karşı hükümetin yapması gereken fren değil gaza basmak, süreci hızlandırmaktı. Yapmadı, yapamadı, çekindi; köpürtülen ve üzerine salınan milliyetçi tepkilere teslim oldu. Oysa AK Parti sertlik yanlısı, aşırı milliyetçi politikalarda ne CHP ne de MHP ile yarışabilirdi. Ülkenin ‘en milliyetçi’ siyasi lideri olarak kabul gören Başbakan Erdoğan’ın yükselen veya yükseldiği söylenen milliyetçi dalgadan ürkmek yerine, onu yönetmesi, yönlendirmesi mümkündü. Aksine bu süreçte parti içinde bile milliyetçi-devletçi kadroların sesi Kürt kökenli ve açılım yanlısı kesimlerden daha fazla çıktı.
Öte yandan Kürtleri temsil bakımından BDP’den daha geniş bir tabana dayanan AK Parti’de ‘Kürt siyasal aktörler’, bölge milletvekilleri ve teşkilatlar bu süreçte adeta kayboldu. Oysa onların sürece dahil edilmesi veya dahil olmaları temsil ettikleri kitleler bakımından son derece önemliydi. Açılım sürecinde AK Partili Kürtleri bile göremedik. Böyle olunca da parti, ‘açılım’dan kaygılarını dillendiren devletçi-milliyetçi AK Partililere kaldı.
Sonuçta açılıma ‘muhalefet’ destek vermedi. Kürt sorunundan nemalanmak ve de özellikle Kürt sorununu AK Parti’nin üzerine yıkmak yoluna saptılar. Memleket kaybetti… AK Parti’nin de sorunu ‘tek başına’ çözmeye gücü yetmedi… Adımızın ‘kötü adam’a çıktığı zamanlar bu sorunu tek başına AK Parti’ye çözdürmezler demiştim; bu işin, çözümün kazancını tek başına AK Parti’ye ‘yedirmezler’. Bundan sonra iş daha da zorlaşıyor. Kürt sorunu sadece AK Parti’yi değil, Türkiye’yi bitirecek bir projeye dönüştürülüyor çünkü. Kurumları ve partileriyle ‘muhalefet’ kimin yanında? AK Parti altında kalacak diye memleketteki yangına seyirci kalmak mıdır siyaset?
Özal’ı tersinden analım; ‘Böyle hatalar yapmaya devam edersek 21. yüzyıl Türkiye’nin yıkım yüzyılı olabilir’.
Zaman, 22.06.2010
.