Geçtiğimiz günlerde FETÖ’ye ilişkin bir davada yargılanmakta olan Mehmet Altan beraat etti. Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak ise hapis cezasına çarptırılmalarına rağmen ceza evinde geçirdikleri süre göz önünde tutularak salıverildi. Bu sonuçtan memnuniyet duymadım desem yalan olur. Benim görebildiğim kadarıyla davalar sağlam delillere dayanmamaktaydı. Nitekim Mehmet Altan aklandı. Diğer iki gazetecinin de süreç sonunda beraat edeceğini sanıyorum, hatta bunu umut ve temenni ediyorum.
Bu gelişmenin bana tekrar düşündürttüğü ve hatırlattığı şeyler var.
Türkiye bir türbülanstan geçiyor. Sonuna doğru yaklaşıldıysa da türbülans henüz tamamen sona ermedi. Bu tür dönemlerde, yani olağanüstü olaylarla karşılaşıldığında, genel olarak sistemin özel olarak hukuk sisteminin hatalar yapmaması imkânsız. Zira bazı ezberci ve hayalci tiplerin zannettiği gibi toplumsal hayattan kopuk, yüce bir makamdan idare edilen, yanılmaz bir akış olarak yoluna devam eden bir hukuk sistemi yok. Hukukçular yaşanan olaylardan istemeseler de etkileniyorlar ve bu etki tavır ve tutumlarına yansıyor. Diğer taraftan siyasal iktidar da karşılaşılan olağanüstü şartların tesirinden kurtulmak için zamana ihtiyaç hissediyor. Olağanüstü olayların ortadan kalkması ve normalleşme bütün bu unsurların beraber ilerlemesiyle gerçekleşiyor, tek bir faktöre bağlı olarak değil.
FETÖ yargılamalarında ve FETÖ’ye karşı mücadelede yapılan hatalar var. Kasıtlı veya kasıtsız, bu hatalar çok can yaktı. Devlet içine çöreklenen FETÖ ile mücadelede KHK’ların kullanılmasını yadsımak olsa olsa ilkesizliğin işareti olabilir. Bunu yapanlar eğer FETÖ ile mücadelenin insanî, ahlâkî ve demokratik bir görev olduğuna inanıyorsa hangi yol ve yöntemlerle KHK’lardan daha etkili en azından daha az hatalı şekilde FETÖ ile mücadele edilebileceği hakkında somut öneriler geliştirmeli. Bunu yapmadıkları sürece ciddiye alınmaları zor. Yok FETÖ ile mücadeleyi gerekli görmüyorlarsa zaten onlarla konuşulacak bir şey yok demektir.
Öbür taraftan, somut haksızlıkları dile getirmek ve bunların giderilmesini istemek de FETÖ ile mücadeleye zarar vermez, destek sağlar. Aradan üç yıldan fazla bir zaman geçmiş olduğunu düşünürsek devletin daha sakin olması için ortamın uygun olduğu söylenebilir. Bu çerçevede isimsiz ve delilsiz ihbarlar ve şikayetler asla dikkate alınmamalı. İhbar ve şikayetler isimli olsa bile bunları yapanlar hakkında da bir araştırma yapılmalı, kastî veya şahsî amaçlarla hareket edip etmedikleri belirlenmeli. Kasıtlı olarak bunu yapanlar cezalandırılmalı. Ayrıca hakkında soruşturma açılmamış, açıldıysa takipsizlik verilmiş, yargılandıysa beraat etmiş kimseler işlerine iade edilmeli. Meselâ FETÖ okulları kapatıldığına oralarda öğretim üyeliği veya öğretmenlik yapmakta olan ama sonra haklarında en küçük bir adlî ve idarî işlem yapılmamış kimselerin önü açılmalı. Özellikle YÖK bu durumdaki akademisyenlerin üniversitelerde çalışabilmesi için açık tavrı koymalı. Gerekiyorsa Cumhurbaşkanı bu doğrultuda YÖK’e talimat vermeli.
Mehmet Altan’ın beraati, Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın salıverilmesi Türkiye’de yargının tamamen çöktüğü ve/veya siyasal iktidarın talimatlarıyla işlediği tezini açığa düşürdü. Zaten AYM daha önceleri de siyasal iktidar kanadında bazılarının hiç sevmediği ve yanlış bulduğu kararlar vermekteydi. Bu son yargı kararı artık bu yargılamalarla ilgili yüksek yargı içtihatlarının oluşmaya başladığını gösteriyor. Beklentim Yargıtay’dan da bu tür kararlar çıkması ve yargıda işlerin daha düzgün işleme seyrine girmesi.
Bu kararlar tutuksuz yargılamanın ne kadar lüzumlu ve tersinin ne kadar yanlış olduğunu tekrar gösterdi. Kanaatim odur ki Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak da eğer Mehmet Altan gibi tutuksuz yargılansaydı beraat edecekti. Mahkeme sanki ‘madem ki bu kadar içerde kaldınız, o zaman buna uygun bir ceza vereyim, yattığınız boşa gitmesin’ havasında hareket etmiş gibi görünüyor. Umarım Yargıtay gerekeni yapar. Tutukluluk cezalandırmaya dönüştürülmemeli ve özellikle bu tür davalarda sanıklar kural olarak tutuksuz yargılanmalı.
Altan Kardeşler ve Ilıcak hakkındaki kararlara sevinirken onların manevî sorumluluğunu göz ardı ediyor değilim. Ne yazık ki bu tanınmış şahıslar mesleklerinin ve karakterlerinin de tesiriyle hataları olan meşru bir iktidar ile devlet için çöreklenmiş bir çete olan FETÖ arasındaki mücadelede doğru yerde duramadı. Bilhassa Erdoğan’a duydukları nefret, geçmişteki parlak demokratlık sicillerine rağmen, bu sefer demokrasinin usul ve meşruiyet kurallarının çiğnenmesine karşı tavrı almalarını engelledi. Ama bence bu bir ceza hukuku konusu değil, toplumsal murakabe konusu. Bu kimseler tutumlarından dolayı eleştiri alarak, ayıplanarak, kınanarak, dışlanarak, belki iç muhasebelere girerek hesap verecekler, vermeliler. Onları temelsiz yargılamalara malzeme etmek mağduriyetler yarattı ve doğru dürüst eleştirilmelerinin önüne de set çekti.
Yukarıda adı geçenlere benzer durumda olan bir kişi daha var: Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne. Mehmet Altan’ın beraatine ve Ahmet Altan ile Nazlı Ilıcak’ın serbest kalmasına çok sevinen bazıları nedense Türköne’nin durumunu görmezden geliyor. Türköne önemli çalışmalara imza atmış bir akademisyen. Analitik düşünme kabiliyeti diğer isimlerinkinden çok daha üstün. Üstelik FETÖ çetesine pek yakın durmamış, genellikle tek başına hareket etmiş biri. Bazı sert ve lüzumsuz yazılarının olduğu malum, ama bu yazılar Altanların sözlerinden sert değil. Olsa bile karşılığı yargılanma değil, yukarıda dediğim gibi kınanma, ayıplanma, dışlanma. Buna rağmen Türköne ısrarla unutuluyor ve unutturuluyor. Bunun ana sebebi galiba ülkücü kökenden gelmesi. Maalesef memlekette hâlâ mağdurlar ve mağduriyetler arasında ideolojik ayrımlar yapılıyor. Altanlar için yeri göğü inletenler Türköne hakkında sessiz kalıyor. Üstelik Türköne rahatsız. Kalp sorunları var ve acilen ameliyat olması gerekiyor.
Umarım Mümtaz’er Türköne de en kısa zamanda serbest kalır.