Bugünlerde siyasî tartışmalar iyice körler-sağırlar diyaloğunu andırıyor. İçe kapanık odalarda kendi bağırtılarının yankısını duyarak haz alan kesimler farklı odalarda çıkartılan seslere kulak vermiyor. Ortak referansları kalmayan topluluklar kendi içine dönük propagandalarını ancak kendilerinin anlayacağı ahlakî ve anlamsal çerçevede yaparken, karşı cenahtan hiçbir reaksiyon alamayınca, bu sefer daha çok bağırmayı, daha çok sertleşmeyi maharet sayıyor.
Meselenin iki boyutu var: Birinci boyutu, ortak bir ahlakî imgelemi paylaşacağı düşünülen yurttaşlardan oluşan cumhuriyetçi-ulusçu kamu idealinin liberal demokratik ideal karşısında eskimesinden kaynaklıdır. Kamu fikri son kertede yurttaşların birbirleriyle müzakere edeceği, yahut farklı görüşlerini çarpıştırarak en iyi uzlaşıya varacağı ortak bir dil ve anlayış vasatı bulunmasını, özel alandan çıkarak kamusal süreçlere katılmanın bizatihi erdem kaynağı olduğunu, özel alanın dışında yurttaşların birbirleriyle etkileşime gireceği kamusal platformların varlığını öngörmekteydi. Uluslaşma süreci de kamunun alanının sürekli genişlemesini, fikirlerin halka mâl edilmesini, aydınların, sözün ve siyasalın alanını daraltıcı geleneksel otoritelere karşı, “halk adına” ve aslında kendisi için bu alanı genişletici misyon üstlenmesini sağladı… Gelgelelim üç değişim dinamiği bu ideali aşındırdı: (1) Ticarî toplum geliştikçe, bireyler-arası ilişkilerde statü yerine sözleşme ön plana çıktıkça ve seyyaliyet arttıkça, iktisadî ilişkilerin belirleyiciliği siyasalın önüne geçti. Halbuki kamu son kertede durağan bir toplumdaki, sosyoekonomik rolleri belirli, erdemli yurttaşlara lüzum duyan bir uzak ülküydü; modern kamuyu filizlendiren kapitalist gelişme aynı zamanda onun altını da oymaktaydı. (2) Zamanla sınıflar yerli yerine oturdukça, farklı sınıflar farklı ahlakî çerçevelerde, manevî evrenlerde kompartımanlaştı. (3) Sonraki süreçte giderek gelişen kitle demokrasisi olgusu ise kamusal sözü ve müzakereyi zayıflatarak, sözü, anlamsal göndermeleri ikinci plana atan araçsal bir tutku kışkırtıcısına, siyaseti ise farklı grupların demagoji ve popülizm yaparak nicel çoğunluklar temin etme yarışına ve kaba iktidar mücadelesine indirgedi.
Meselenin diğer boyutu, ortak ahlakî ve anlamsal çerçevenin yitirilmesinin, aynı kavramlar üzerinde tartışırken bile sonunda uzlaşıya varamama sonucunu doğurmasıdır; bu, bireylerin benliğinin ve amaçlarının kamu tarafından belirlendiğini savunan komüniteryen cumhuriyetçi idealin yerini, her bireyin ayrı bir ahlakî iyiye sahip birer özne olarak benliğini inşa etme kapasitesi olduğunu söyleyen liberal yaklaşımın tezahürüydü. Çoğulculuğa zemin hazırlayan bu yaklaşımda, farklılıklardan ortaklaşma doğurucu liberal siyasî çözüm için kültürel evrime, soyut akla, yahut fayda ilkesine başvurulabilir; ne var ki kitle demokrasisinde bunlar da etkisiz kalmış, sonunda her kafadan bir ses çıktığı ve kimsenin yekdiğerinin ne söylediğini anlamadığı bir kolektif kakofoniye mahkûm olunmuştur.
Burada suçlu ne liberal bireyciliktir ne de liberal demokratik ideal. Beşerin zaten barındırdığı çeşitliliğin fotoğrafını çeken, ancak rölativizm tuzağına düşmeden farklı dalgaları ortak frekansa yönlendirmenin çaresini arayan liberalizme bu kakofoninin faturası kesilemez. Modernlik, insanlık tarihi boyunca zamansal ve mekânsal genişlikler sebebiyle uzun vadeye yayılan ve komplikasyonları ertelenen risk ve belirsizlikleri, insanlığın kısa vadeli gündemine getirerek yüzleşmesini ve çözüm aramasını sağladı; liberalizm bu arayışa en gerçekçi formüllerle karşılık verdi ve tam da bu yüzden hem sosyalizmden hem geleneksel muhafazakârlıktan daha uzun yaşayabildi.
Peki iletişim teknolojisinin geliştiği, sosyal medyanın yaygınlaştığı, kültürleri ve fikirleri birbiriyle alabildiğine karşılaştıran küreselleşmenin egemen olduğu, yani bu meselenin yatışmak şöyle dursun daha da kangrenleştiği bir ortamda, çare nedir? Tutucu çözüm yolu, kendi ahlakî ve anlam referanslarını muhafaza etmek adına duvarları hariçten gelecek etkilerden sıkı sıkıya kapatmak, dahilde de katı bir denetim ve sansür mekanizması işleterek günün birinde kapıyı çalacak olan risk ve belirsizliklerin önüne dikenli tel çekmektir. Bunun beyhude bir girişim olduğunu söylemeye bile gerek yok…
Yapıcı ve gerçekçi çözüm yolu ise kamu idealini ancak “bireysel mutluluğu ve iyi yaşamı arama, benliğini oluşturan manâ ve değerlere intisap ve sarfınazar hakkına-imkânına sahip olma” parantezine yerleştirmekten, buna özgü kılmaktan ve dışına taşmamaktan geçiyor. Bu bağlamda, işbu ideali zayıflatan üç dinamiğe panzehir olarak üç başlıkta toplanabilir; sırayla gidersek: (1) Kapitalizmin yaratıcı yıkımının ve toplumsal seyyaliyetin korunması önemlidir. Fakat kapitalizmin siyaset-üstü, doğal, yahut tarihsel evrimin zorunluluğu biçiminde değil, siyasal düzlemde ideolojik mücadele ile savunulması, böylece iktisadî ilişkilerin de siyasalın zeminine oturtulması, bunun için de piyasanın, fayda ölçüsüne konularak en geniş toplumsal rızayı kazanacak şekilde düzenlenmesi gerekebilir. (2) Sınıfsal, etnik, dinî ayrışmaların aynı toplum içerisinde farklı manevî evrenler oluşturacak biçimde keskinleşmemesi için, asgarî ortak değerler doğrultusunda bir millî kültürün, her türlü “doğal”, tarihsici ve metafizik mitten âzade, siyasal müzakere ekseninde teşkiline çalışılmalıdır. (3) Demokrasiyi teşkilâtlı azınlıkların ve baskı gruplarının çıkar avcılığına, güçlü lobilerin zümrevî gayelerini kamu menfaati aleyhine teminine, radikal akımların at koşturmasına bırakmayacak bir model nasıl oluşturulabilir? Öyle bir model ki, demagoji ve popülizm yaparak nicel çoğunluklar sağlama uğraşlarıyla yozlaştırılmasın… Kamuya katılımın bireysel alanda mutluluğu ve iyi yaşamı arama özgürlüğünün korunmasıyla sınırlı bir araçsal mantığa dayanması gerektiği gibi; gerek apolitik ve içe kapanmacı dar bireyselliğin, gerekse hiyerarşik bürokratik çarkın dişlisi hâline getirilmenin tüm siyasalı daraltıcı mantıklarının da dışlanması gerekir. Liberal demokrasinin, işbu hususların gözetileceği bir bağlamda yerli yerine oturacağı, bu hususları pekiştiren toplumsal, ekonomik, kültürel ilişkileri güçlendireceği (başka bir deyişle, “nötr devlet” olmayacağı); aksi takdirde ya popülizm veya otoriterlik girdabında sahte siyasallaşma illüzyonlarıyla soysuzlaşacağı, ya da körler-sağırlar kakofonisi olmaktan kurtulamayacağı (ki ikincisi, birincisini doğurmaktadır) kesindir denebilir.
9 eylül 2019