Benim kuşağımın birkaç idolünden biriydi İlhan Selçuk.
Bir Çetin Altan, bir de o…
Lise yıllarım… TİP kuruluyor. Mehmet Ali Aybar beyaz atlı bir prens gibi giriyor siyaset dünyasına. Biz Nazım Hikmet’i keşfediyoruz, bulduğumuz şiirlerini gizli gizli birbirimizden kopya çekip ezberliyoruz. Çetin Altan’ı, İlhan Selçuk’u okuyoruz her gün. Başka bir dünya doğuyor sanki. Ve onlar, bu yeni dünyanın özlemle beklediğimiz mehdileri. Onlar bizim öğretmenlerimiz, yol göstericilerimiz, idollerimiz… Kurulu düzene karşı duyduğumuz içimize sığmayan öfkeyi, onların kaleminden çıkan militan yazılarla dindiriyoruz. Onların okuru olmayı bir kimlik gibi taşıyor, yazdıkları gazeteleri, onların yazılarını dışa gelecek şekilde kıvırıp koltuk altımızda gezdirerek bu kimliği deklare etmekten gurur duyuyoruz.
Düşünüyorum da şimdi, o yıllarda kim bilir kaç öğrenci sırf İlhan Selçuk’un yazısını okudu diye faşistlerden dayak yemiş, nezarethanelerde sabahlamıştır; kaç TÖS’lü öğretmen onun okuru olduğu için komünist diye fişlenmiş, sürülmüş, eziyet çekmiştir…
X x x
Gençlerin kahramanlarına eleştirel bakmaları kolay iş mi? Biz de bakamadık, zaten bakamazdık. Yüreklerimizde haksızlığa karşı büyük bir isyanla birilerine inanma, birilerine bağlanma ihtiyacıyla bağlandık ona.
Onun taa o zamandan zihninin derinliklerine kök salmış olan düşünsel zaafını bilmiyorduk.
Hiç şüphem yok; o gerçekten de halkın iyiliğini istiyordu. Ama kendi kafasındaki “iyi” halkın büyük çoğunluğunun “iyi”si ile çakışmadığında, mücadele ettiği zorbalar kadar zorbalaşabileceğinin farkında değildik henüz. Onun, bizi bu düzeni değiştirmeye çağırırken özlediği düzenin bir başka eşitsizlik ve adaletsizlik düzeni olduğunu anlayamadık. Onun “halkımız” derken halkın önemli bir kısmını “halk”tan saymadığını; “demokrasi” derken sadece küçük bir azınlık için demokrasi istediğini, kafasındaki çağdaşlık kavramının büyük çoğunluklar üzerinde baskı ve zulüm anlamı taşıdığını göremedik.
12 Mart günlerinde, onun Ziverbey Köşkü’nde yaşadığı işkenceler dilden dile dolaşırken bile, onun içinde olduğu 9 Mart cuntası başarılı olsaydı bu defa da başkalarının Ziverbey’de işkencede olacağını tam olarak kavradığımız söylenemezdi. 12 Mart cuntasıyla 9 Mart cuntası arasında fark varmış gibi, gizli gizli ağıt yaktık 9 Mart cuntacıları için…
Evet, İlhan Selçuk 60’lı yılların sosyalistlerinin kahramanıydı. Ama aynı zamanda Türkiye solunun içinde taşıdığı bütün temel zaafların da “öğretmeni”ydi. Eğer Türkiye solu, değişim için “asker-sivil aydın zümre”ye bel bağlama hastalığından bir türlü kurtulamadıysa; bir türlü demokratlaşamadıysa; o jakoben kültürden kopmayı başarabilen az sayıda insan, bunun için kendi içlerindeki darbeciye karşı yıllarca amansız bir savaş vermek zorunda kaldıysa; bunda bugün ebediyete yolcu ettiği “öğretmeninin” rolü büyüktür.
X x x
İlhan Selçuk’un benim hayatımda oynadığı rol; beni okuyan, yazdıklarımdan etkilenen, bana inanan gençlere karşı sorumluluğumu hatırlatıyor bana. Bir kere daha, o büyük manevi yükün omuzlarıma çöktüğünü hissediyorum.
İlhan Selçuk verdiği zararı bilmiyordu, yaptığının doğru olduğuna inanıyordu.
Peki ben, içimde taşıdığım zaafları ve yanlışları beni okuyan ve bana güvenen gençlere aktarmamak için ne yapabilirim?
Bunun tek bir yolunu biliyorum. Onları tekrar tekrar ve ısrarla, benim yazdıklarım dahil her okuduklarından şüphe etmeye çağırmak…
Benim yazdıklarım şu anda doğru bildiklerimdir. Doğru bildiklerimi kendi kendimi sansür etmeden yazmayı görev biliyorum. Düşünce özgürlüğünün yanlış düşünme özgürlüğünü de kapsadığına inandığımdan “sağlamcı” bir yol izlemek yerine sık sık risk alıyorum; genel kabul görmese de bana doğru gelenleri yazmaktan geri durmuyorum. Eğer doğruysa içimde saklamam yazık olur. Yanlışsa, zaten zaman içinde elenip gider, kimseye bir zarar veremez.
Yeter ki benim gençlik yıllarımda İlhan Selçuk okurken yaptığım hatayı siz yapmayın; sorgulayıcı olmayı asla elden bırakmayın.
Bugün, 23.06.2010