Yaz mevsimi genelde ülke siyasetinin rahatladığı ve siyasetçilerin de tatil rehavetine kapıldığı bir dönem olarak bilinir.
Ancak küresel ısınmanın bir sonucu mudur bilinmez, bu yıl Türkiye’de hem hava sıcaklıklarında aşırı bir artış var hem de ülkedeki siyasî atmosfer giderek ısınıyor. Bir yandan referandum süreci, diğer yandan artan terör olayları ve yaklaşan genel seçimler, öte yandan Balyoz planına katılan askerî erkânın yargılanmasının yarattığı tartışmalar nedeniyle yaz ortasında Türk siyaseti tam anlamıyla bir hipertansiyon durumu yaşıyor. Gerginlikler yalnızca Ankara’nın siyasî esnafı arasında kalsa sorun yok. Ancak tehlike yaratan asıl endişe kaynağı, bu gerginliklerin giderek sosyal boyutta sıcak çatışmalara dönüşmesidir.
PKK’nın 31 Mayıs’ta başlattığı terörü şehirlere yayma stratejisi, alınan tüm tedbirlere rağmen etkisini gösteriyor. Şehit haberi gelmeyen bir gün yok. Tırmanan terör olayları ülkede provokasyona açık bir psikolojik zemin yaratıyor. Bu bağlamda Bursa İnegöl ve Hatay Dörtyol, son günlerde patlak veren sosyal çatışmalarla ülke gündemine geldi. Daha önce de benzer çatışmalar Balıkesir Altınova, Adana, Mersin, Çanakkale, İzmir ve Erzurum gibi kentlerde gözlenmişti. Aslında bu tür olaylar, her ne kadar ulusal basına yeterince yansımasa da son yıllarda tehlikeli biçimde ülke geneline yayılıyor. Adına ister Kürt sorunu, isterse etnik ayrılıkçılık diyelim, terör ve şiddete dayalı politik hareket artık Türkiye’nin en yakıcı sorunu haline ge(tiri)lmiştir. Bazıları etnik temeldeki çatışmaların iktidar partisinin açılım politikaları tarafından körüklendiğini iddia ederken, bazıları ise şiddetin Ergenekon-PKK işbirliği ile stratejik amaçlarla tırmandırıldığı kanaatinde. Hatta Türkiye’nin İsrail ile bozulan ilişkilerinin de terörün tırmanışında etkili olduğunu savunanlar var. Aslında hepsi de birbirinden bağımsız gelişmeler değil.
Sünni Türk çoğunluğunun İkna Edilmesi
Gerçek nedeni ne olursa olsun, terör son otuz yılda olmadığı kadar artık sıradan insanın hayatını etkilemeye başlamıştır ve ne yazık ki geniş kesimlerde ilk defa ciddi biçimde siyasi bir çözüm olarak ayrılma opsiyonu dahi tartışılmaktadır. Ayrıca yine ilk kez olarak Kürt sorunu yalnızca siyasal bir çatışma olmaktan çıkmakta ve etnik-mekânsal anlamda sosyal bir çatışma boyutuna dönüşmektedir. Bu süreç sağlıklı biçimde yönetilemezse, bir kara cuma veya bir kara pazartesi sendromu ile bir gün çatışmalar tüm ülkeyi baştan aşağı sarabilir. Kimsenin arzu etmediği o gün geldiğinde ne akan kanın anlamı kalır ne de yıkılan ailelerin veya sönen ocakların sayısı bilinir. Çok övündüğümüz millî birlik ve bütünlüğümüz ve ulus olma bilincimiz tuzla buz olur; herkes anlamsız bir Hutsu-Tutsuculuk oyununun parçası haline gelebilir. Etnik çatışma tuzağı son derece tehlikelidir ve şiddet sarmalı başladığı zaman artık siyasî basiret ve mantık kaybolur. Bu anlamda geçmişteki Maraş ve Çorum olayları ile Sivas ve Erzincan (Başbağlar) olayları oldukça öğreticidir.
Öncelikle sorunun özüne bakmak gerekir. PKK sistemik siyasî şiddet kullanarak kendi siyasî projesi olan özerk bir bölgesel yönetime kavuşmak istemektedir. Tam bağımsızlığın mümkün olmadığını anlayan Kürt siyasî eliti, en azından Irak’ta olduğu gibi Türkiye’de de bölgesel bir Kürt yönetimi oluşturmaya çalışmaktadır. Bu nedenle hükümetin TRT Şeş gibi bazı kültürel hakların tanınmasıyla sınırlı bir Kürt açılımını çocuk oyuncağı ile kandırılmak gibi gördükleri için karşı çıkmaktadırlar. Referanduma hayır demelerinin ve boykot çağrısı yapmalarının nedeni de budur. Son zamanlarda şiddet ve terörün şehirlere doğru yaygınlaştırılmasının ardında da, kendilerinin muhatap alınmadığını iddia eden PKK elebaşılarının (Apo dahil) şiddet kullanarak sıradan Türk insanını açılıma ikna etme stratejisi olarak okumak gerekir. Zira açılıma karşı çıkanlar esasen Kürtler değildir: Bilakis ülkede toplumun çoğunluğunu oluşturan Sünni Türk nüfusudur. Sağ iktidarların oy tabanını da bu Sünni Türk bloku oluşturmaktadır ve bu sessiz çoğunluk açılım konusunda hem isteksizdir hem de bölünme korkusu yaşamaktadır.
Buradaki temel sorun, Sünni Türk nüfusunun nasıl ikna edileceğidir. Erdoğan ve AK Parti’nin üzerine oturduğu sosyal taban başından beri konunun “Kürt açılımı” şeklinde formüle edilmesine karşı çıkmaktadır. Hükümet de yaptığı hatayı anlayarak, konuyu hızlı biçimde önce “demokratik açılım” sonra da “Milli birlik ve beraberlik projesi” şeklinde yeniden formüle etmeye çalışmıştır. Neden en başından beri “demokratik açılım” çerçevesinin kullanılmadığını herhalde en iyi Başbakan bilir. Ancak konuyu yakından bilenler, sorunun açılım projesini hazırlayan ekibin kompozisyonundan kaynaklandığını belirtmektedirler. Sorun yaratan şey şudur: Bir konunun entelektüel düzeyde tartışılması ile konuya ilişkin reel siyaset yapmak ve demokratik zeminde siyasa oluşturmak ayrı şeylerdir. Her halükarda açılım politikasının kavramsallaştırılmasında yaşanan sıkıntıların giderilmesi için ne yazık ki bugün başta Başbakan olmak üzere iktidar partisi ciddi bir çaba harcamak zorunda kalmaktadır. Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek adına şunu belirtmem gerekir ki, bu satırların yazarı başından beri açılımı desteklemektedir. Tırmanan terörle açılım politikası arasında doğrudan bir ilişkinin varlığını da iddia etmiyorum. Lakin burada vurgulamak istediğim şey, açılım sürecinin başında yap(tır)ılan siyasî hataların bugün bazı muhalefet partilerinin haksız biçimde şiddetin yeniden yaygınlaşmasından dolayı iktidarı suçlamalarına gereksiz yere zemin hazırlamış olmasıdır.
Siyasi Tartışmalar Toplumsal Algıları Etkiliyor
PKK terörünün ve buna bağlı olarak şehit ve yaralı sayısının artışı, Ergenekon, cuntacılık, ekonomik zorluklar vb. siyasî tartışmaların yükseldiği bir siyasî zeminde gerçekleşmesi, toplumdaki tansiyonun giderek artmasında adeta bir katalizör görevi görmektedir. Ankara’daki siyasî mücadeleyi ait oldukları siyasî kimlikler üzerinden algılayan sıradan Türk insanı, iş günlük hayata geldiğinde mekânsal düzlemde her gün çatışma doğuracak yeni gerginliklerle karşı karşıya kalmaktadır. Bazen trafikte yol verme kavgası, bazen mahalledeki kız kavgası, bazen bankada sıra kapma yarışı vb. sıradan bir sorun, kolayca Türk-Kürt çatışması şeklinde algılanabilmekte ve bu da grup dinamiklerini ve kitle psikolojisini harekete geçirebilmektedir. Tam da bu nedenle, özellikle hızlı göç alan ve sosyal entegrasyon sorunları yaşayan batı bölgelerindeki şehirlerimiz giderek birer barut fıçısına dönüşmektedir. İşte burada, ülkemizde yeni ortaya çıkan mekânsal kutuplaşmaya dayalı siyasî-sosyal rekabetin aşılmasında, yerel siyasetçilerin, seçilmiş/atanmış yöneticilerin ve kanaat önderlerinin siyasî basireti, tecrübesi ve yönetim mahareti önem kazanmaktadır.
Ancak esasen üzerinde durulması gereken ve sosyal çatışmaları besleyen temel faktör, Ankara’daki siyasetçilerin kullandıkları siyasî dil, geliştirdikleri üslup ve tabanlarına yönelik verdikleri mesajlardır. Çünkü bir parti liderinin verdiği mesaj, medyanın büyüteç etkisiyle hem anlam hem de eylem olarak sosyal tabanda ciddi yansımalar yaratmaktadır. Bu çerçevede, İnegöl ve Dörtyol’da yaşanan son olaylar sırasında sokakların simgesel dili ve hareket tarzına bakarak, Ankara’daki siyaset esnafının siyasî üslubunu ve söylemini yeniden gözden geçirmesi elzemdir. Aksi halde ortaya çıkacak siyasî yangından kimin daha çok etkileneceğini kestirmek kolay değildir.
Zaman, 30.07.2010