Uluslararası ilişkilerde idealist ve realist teori yarış hâlinde. Her biri daha iyi bir uluslararası düzenin kendisi tarafından sağlanacağını iddia ediyor. İdealist teoriye göre uluslararası ilişkilerin ana aktörü olan devletler diğer devletlerle ilişkilerini ahlâk ve adalet ilkeleri etrafında örmeli. Devletlerin dış politikasına çıkarlar değil değerler yön vermeli. Realist teoriye göreyse uluslararası ilişkilere şekil verecek olan şey devletlerin ulusal çıkarlardır. Her devlet kendi çıkarlarını diğer devletlere karşı koruma peşinde koşar. Bu hem meşrudur hem de realitedir. Bu yüzden de uluslararası düzenin alacağı biçimi belirleyecek olan şey devletlerin nispî kuvvet durumu olacaktır. Daha açık söylemek gerekirse, güçlü devletler zayıf devletleri zorla kendi menfaatlerine uygun durumlara sokacaktır.
20. Yüzyıl’da büyük ve ihtilâflı devletlerin çıkar arayışlarına dayanan dış politikalar iki büyük savaşın çıkmasına sebep oldu. Bu savaşlar can kayıpları ve inanılmaz maddi tahribat yaratınca devletler ilkelere dayanan, saldırganlığı sınırlayan bir dünya düzeni kurma arayışı ve çabası içine girdi. Önce Milletler Ligi sonra Birleşmiş Milletler bunun sonucu olarak doğdu. Dünyanın bu dönemde başat gücü ola ABD de en azından görünürde Wilson ilkeleri denen şeylerle başlayarak dünyada ilkelere ve değerlere dayanan, kaba güç kullanımı önleyen veya sınırlayan bir düzen doğmasına yardımcı olmak, hatta bu süreçte başı çekmek istedi.
Ancak, ABD’nin dış politikasında çoğu olayda kendi vazettiği ve savunduğu ilkelere uygun davranmadı. Millî menfaatleri olarak gördüğü şeyler adına işgal, saldırı, sabotaj, sukiast gibi eylemlere girişti. Kendisine meydan okuyabilecek bir gücün bulunmaması veya diğer güçlerin de aynı kafada olması ABD’nin işini kolaylaştırdı.
ABD’nin ilkesiz, kaypak, çelişik millî çıkar arayışına dayanan dış politika çizgisi en bariz şekilde İsrail’e verdiği sınırsız ve kayıtsız destekte ortaya acıkıyor. ABD İsrail’e ne yaparsa yapsın sahip çıkıyor. İsrail’in saldırganlığını, işgalciliğini, insan hakkı ihlâllerini sorun etmiyor. Bir taraftan İslam dünyasını İsrail’in işine yaracak şekilde bölmeye ve/veya bölünmüş tutmaya gayret ederken diğer taraftan da İsrail’e askerî, malî, diplomatik destek sağlamada gayet cömert davranıyor. Bu sayede İsrail de BM düzenine kafa tutan, BM kararlarını takmayan, işgal ettiği yerlerdeki direnişçilere karşı ölçüsüz şiddet kullanan, suçların şahsiliği evrensel ilkesini çiğneyerek toplu cezalandırmalar yapan haydut bir devlet olmayı kolayca sürdürüyor.
ABD’nin İsrail’e ilkesiz ve ahlâksız destekte en son adımı İsrail’in 1967 Savaşı’ndan beridir işgal altıda tuttuğu Golan Tepeleri’nin İsrail tarafında ilhak edilmesini ve İsrail toprağı sayılmasını kabul ederek attı. Bu, şüphe yok ki, hem uluslararası hukuka hem de ahlâka ve adalete aykırı.
ABD’nin bu adımının sadece Ortadoğu’nun değil tüm dünyanın temeline dinamit koyma anlamına geçeceği açık. ABD bu adımla tüm dünyaya şu mesajı veriyor: “Gücünüz varsa istediğini yeri işgal ve daha sonra ilhak edin. Size kimse bir şey yapamaz.”
Bu saldırganlığa en sert tepkiyi gösteren ülkelerden biri, gayet haklı olarak, Türkiye oldu. AB de bu kararı tanımayacağını açıkladı. Bu tutum insanlık ve barışçıl bir dünya düzeni için umut verici. Umarım Amerikan toplumu da bu gerçeği görür ve Trump’a bir fatura çıkartır.
Bu arada ben kendi hesabıma ABD’deki klasik liberallerin ve liberteryenlerin bu husustaki tutumunu dikkatle takip ediyor olacağım.
Yeniyüzyıl, 28 Mart 2019