The Economist dergisinin geçtiğimiz yıl yayınlanan 28 Haziran tarihli sayısının kapağında, çok çarpıcı bir görsel yer alıyordu. Amerikan film endüstrisinin ve dünya sinemasının başkenti konumunda bulunan Los Angeles’taki meşhur ‘Hollywood’ yazısı kaldırılmış, yerine aynı biçim ve büyüklükte olmak üzere ‘Netflix’ yazısı konmuştu. Bu müthiş kapak, Amerikan sinemasının, onun da ötesinde global film ve dizi endüstrilerinin uzun tarihleri boyunca karşı karşıya kaldıkları en büyük meydan okumalardan birinin (belki de birincisinin), veciz bir ifadesiydi.
Kapağın yayınlanmasının üzerinden çok zaman geçmedi ama bu görselliğin yansıttığı yeni çağ gerçeğini tekrar tekrar teyit eden gelişmeler gündemden eksik olmuyor. Bunların en tazesi, 91.’si düzenlenen Oscar Ödülleri oldu. İlk işaret, Ocak ayı sonunda Akademi Ödüllerine aday gösterilen filmlerin duyurulmasıyla geldi. Buna göre Netflix yapımları, bu yıl 15 dalda aday gösterilerek rekor kırmıştı. 15 adaylığın 10’u Alfonso Cuaron’un şimdiden klasikleşemeye aday filmi Roma’ya aitti. Yine bir Netflix yapımı olan Coen biraderlerin ‘The Battle of Buster Scruggs’ filmi üç dalda adaylık kapmayı başarırken, ‘End Game’ ve ‘Period. End of Sentence’ isimli iki kısa Netflix belgeseli de altın heykelcik için rekabet edecekler arasına dahil olmuştu. Nihayetinde Roma filmi ‘en iyi yönetmen’, ‘en iyi görüntü yönetmenliği’ ve ‘yabancı dilde en iyi film’ olmak üzere üç dalda Oscar almayı başardı. ‘Period. End of Sentence’ın en iyi kısa belgeselde elde ettiği zaferle, Netflix’in hanesine bu yıl dört Oscar birden yazılmış oldu.
Bu arada Roma’ya en iyi film Oscar’ının verilmemesi epey eleştirildi, eleştirilmeye de devam edecek gibi görünüyor. Akademi’nin bu tartışmalı tercihi, bazı eleştirmenler tarafından akademinin yaşlı mensuplarının direncine bile bağlandı. Bundan yirmi yıl önce en iyi film Oscar’ının ‘Saving Private Ryan’ gibi bir efsane yerine, ‘Shakespeare in Love’a verilmesi faciasını hatırlatanlar bile oldu. Tercihin bu derecede bir facia olup olmadığını zaman gösterecek ama Netflix’in konvansiyonel Hollywood sinemasına ve bu arada salon işletmeleri de dahil olmak üzere bildiğimiz sinema endüstrisine çok ciddi bir rakip olduğu apaçık ortada. Dijital içerik platformunun bu alandaki ağırlığını gittikçe artıracağını öngörmek için ise kahin olmak gerekiyor.
Peki, böyle giderse devasa çaptaki film endüstrisine ne olacak? Hollywood yavaş yavaş ölüp gidecek mi? Sinema salonları boş mu kalacak? Bu ve benzeri sorulara uzun uzun yanıtlar vermek gerekir elbette ancak şimdilik kestirme bir yanıtı tercih edelim: Sanmıyorum!
Sanmıyorum, çünkü sinema endüstrisinin asırlık tarihi, bu tür tehditler karşısında sektörün gösterdiği müthiş esneklik ve hayatta kalma becerisinin hikayeleriyle dolu. Film endüstrisi daha önce 50’li yıllarda televizyonun yükselişiyle ilk büyük tehdide maruz kalmıştı. O dönemde de birçokları, artık her evde bir sinema olduğunu ve salonlarının kapısına kilit vurulacağını iddia ediyordu. Ancak hikaye öyle gelişmedi. Endüstri ‘arabalı sinemalar’ gibi yenilikçi fikirlerle bu meydan okumaya cevap verip ayakta kalmayı da başardı.
Dijital devrimin konvansiyonel sinema endüstrisinin karşısına diktiği ilk tehdit de Netflix değil bu arada. İnternetin yükselişiyle video içeriğe erişimin kolaylaşması ve DVD gibi teknolojiler sayesinde evde film izlemenin yaygınlaşması da, konvansiyonel film endüstrisine ve sinema salonlarına ilgiyi azaltacaktı güya. Oysa hikaye bir kez daha öyle gelişmedi. Sinema endüstrisi altyapısını tümüyle yenileyerek, IMAX gibi yeni nesil salonları, Dolby Surround gibi etkileyici ses sistemlerini ve üç boyutlu filmler gibi yeni görüntü formatlarını devreye sokarak, gerilemek şöyle dursun, birkaç adım ileri fırladı.
Sinema endüstrisinin, Netflix ve benzeri platformların sunduğu yeni tehdit karşısında ne yapabileceğini henüz bilmiyoruz. Ancak Türkiye’de geçtiğimiz ay yaşanan ilginç bir vaka, sinemanın ve salon işletmeciliğinin sanıldığı kadar kırılgan bir durumda olmadığını da göstermiş oldu. Bilindiği gibi yapımcılar ve salon sahipleri arasında yaşanan paylaşım kavgası sebebiyle başta büyük yapımlar olmak üzere pek çok yerli film gösterim tarihini ertelemişti. Yeni yasanın geçmesinden sonra meselenin kısmen çözüme bağlanmasıyla, bu filmlerden biri olan ‘Organize İşler: Sazan Sarmalı’ geç de olsa salonlarda gösterilmeye başlandı.
Salon gösteriminin başlamasının üzerinden henüz 2 hafta bile geçmişken, yeni filmin Netflix’e konduğu haberi gündeme ‘bomba gibi’ düştü. Haber, izleyicileri sevindirmekten çok salon işletmelerini öfkelendirdi. Yapım şirketi BKM anlaşmaları belirlenen ilk gösterim tarihini esas aldığı için bu kararı aldıklarını duyurdu ancak taraflar arasındaki hararet ve tartışma dinmiş değil.
Tüm gürültü patırtı arasında bu vaka, sinemanın ve salon işletmeciliğinin geleceği hakkında ilginç bir gözlem yapmamıza imkan tanıdı. Gişe verilerine göre yeni film Sazan Sarmalı, aynı anda Netflix’te de gösterilmesine rağmen, üçüncü haftasonunda 360 bine yakın kişi tarafından izlendi. Böylece üç hafta sonunda toplamda 3 milyon barajına ulaşmış oldu. Gerçi üçüncü hafta sonu rakamı ikinci hafta sonu rakamına göre yüzde 45’lik bir düşüşe işaret ediyor ama bunu tek başına Netflix’e bağlamak doğru olmaz. Nitekim uzmanlar diğer ‘blockbuster’ komedi filmlerinin gişesinin benzer bir seyir izlediğini ifade ediyor. Daha açık bir ifadeyle, film Netflix’te gösterilmeseydi de benzer bir gişe performansı gösterecekti muhtemelen.
Bu durum şu gerçeğe işaret ediyor: Sinemaya gitmek izleyiciler için yalnızca bir içerik tüketme yolu değil, aynı zamanda bir sosyalleşme imkanı, başlı başına bir deneyim. O içeriğin başka yerde de sunulması bu özgün deneyimin büyüsünü ve keyfini ortadan kaldırmıyor.
Yine de salon sahiplerinin ve genel olarak sinema endüstrisinin teyakkuzda olmasında fayda var. Çünkü bu sefer karşılarında, dünya çapında kullanılan internetin yüzde 15’ini tek başına tüketen gerçek bir ‘bölüm sonu canavarı’ var. Bize ise keyifli seyirler!
Aşkın Baysal
Derin Ekonomi, Mart 2019 Sayı: 46