Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt tarafından yazılan Demokrasiler Nasıl Ölür? adlı kitabın Türkçesi yayınlandı (Çev. Derya Dinç, Salon Yayınları, 2018). ABD’de en çok satanlar arasına giren bu kitapta ilginç fikirler ve bilgiler ve Batılı yazarlarda sık karşılaşılan eksiklikler ve ön yargılar bulmak mümkün.
Önce çeviriyle ilgili bir-iki noktaya işaret edeyim. Sanırım hızlı bir çeviri yapılmış ve tahmin ettiğim kadarıyla çevirmen siyasî terminolojiye yabancı. Bu yüzden çeviride bazı kavram hataları var. En vahimi “iktidar” olarak çevrilmesi gereken “power”ın “güç” olarak çevrilmesi ve bununla ilintili diğer yanlışlar. Umarım, eğer yapılırsa, ikinci baskıda bu hatalar düzeltilir.
Kitabın teorik çerçevesi fena sayılmaz, ihtiyatlı olmak şartıyla demokrasilerin çökmesini açıklamada yardımcı olabilir. Yazarlar diktatoryal davranışın anahtar göstergelerini dört grupta topluyor. Birinci grupta, “oyunun demokratik kurallarını reddetmek ya da onlara gösterilen bağlılığın zayıflığı” ile ilgili hususlar yer alıyor. Bu gruba anayasanın reddi, seçimleri iptal etme, temel sivil ve siyasî hakları kısıtlama, darbeler, meşru seçimlerin meşruluğunu inkâr etme gibi şeyler giriyor. İkinci gruptaki göstergeler “siyasi rakiplerini reddetmek” ile alâkalı. Burada rakiplerin yıkıcı veya anayasal düzene karşı çıkıyor olarak tanımlanması, rakiplerin ulusal güvenlik ya da genel hayat tarzı için tehdit olduğunun öne sürülmesi, rakiplerin kanıtsız olarak kanuna karşı çıkabilecekleri iddiasıyla kriminalize edilerek siyasetten men edilmek istenmesi, rakiplerin kanıtsız olarak yabancı devletlerle iş birliği yaptığının öne sürülmesine benzer noktalar sayılıyor. “Şiddeti görmezden gelmek ya desteklemek” başlığı altındaki üçüncü grupta kanun dışı şiddet kullanan silahlı gruplarla iş birliği, rakiplere yapılan ve şiddet ihtiva eden saldırıların teşvik edilmesi, kınanmak yerine açık veya örtülü onanması, desteklenmesi, geçmişte ülkede veya başka bir yerde yaşanmış önemli şiddet olaylarının kınanmaması bulunuyor. “Medya dâhil muhalefetin sivil özgürlüklerini kısıtlamaya hazır olmak” başlıklı dördüncü gruba ise hükümeti protesto etmenin kısıtlanması, sivil ve siyasî organizasyonların oluşumunun engellenmesi, eleştirenlerin ister basın ister sivil çevreler olsun, cezalandırılmakla tehdit edilmesi, geçmişte ülkede veya başka yerlerde gerçekleştirilmiş olan bu tür uygulamaları kınamaktan kaçınılması yer alıyor.
Kitapta işaret edildiği gibi, demokrasileri öldürecek adımlar her zaman dışardan gelmiyor, içerden de gelebiliyor. Yani başta seçim olmak üzere, demokratik kurumlar ve süreçler de demokrasiyi öldürecek şekilde kullanılabiliyor. Kitap zaten demokrasiyi öldüren-ölme tehlikesiyle muhatap eden seçilmiş veya seçilmekte olan kişilerle ve onların yaptıkları ve muhtemelen yapacaklarıyla meşgul oluyor. ABD kitabın ilgi alanının dışında tutulmamış, aksine, merkezine alınmış. Başka bir deyişle dünyanın en eski modern demokrasisi de içten gelebilecek yıkıcı dalgalardan masun değil. Kitap meşhur dolar milyarderi, Ford Otomobil Firması’nın kurucusu Henry Ford dâhil ABD tarihinde seçimle iktidara gelmek isteyen ama genel fikir yapısı, geleceğine işaret eden geçmişi demokrasinin yıkımına sebep olabileceğini gösteren insanların hikâyelerinden bahsediyor. ABD’de Nazilere sempati duyan çevreleri ve isimleri de nispeten ayrıntılı diyebileceğimiz şekilde ele alıyor, mercek altına yatırıyor.
Yazarlar demokrasinin yaşaması için potansiyel diktatörleri iktidardan uzak tutmak gerektiğini belirtiyor. Ancak, bunu yapmanın söylemekten çok daha zor olduğunun farkındalar. Tedbir olarak partilerin ya da adayların engellenmesi gibi zaten demokrasiye zarar verecek uygulamalara gitmek yerine, “demokrasinin kapı bekçileri” olarak gördükleri siyasî partilere tehlikeli şahısları filtreleme görevini veriyorlar. Partiler bunu dört yolla gerçekleştirebilir. İlk olarak, diktatör olabilecek kişileri seçim zamanlarında partilerinin aday listelerinden uzak tutabilirler. Yani radikal kişileri kazandırabilecekleri ilave oylar hatırına bir şekilde aday yapmanın cazibesine karşı koyabilirler. İkinci olarak, içlerindeki radikalleri tasfiye edebilirler. Bunun için gerekirse parti dallarını (gençlik kolu vs.) ilga edebilirler, bazı üyelerini üyelikten atabilirler. Üçüncü olarak demokrasiye karşı olan partiler ya da adaylar ile ister seçim kazanmak ister hükümet kurmak için olsun, ittifak kurmaktan kaçınabilirler. Dördüncüsü, radikalleri meşrulaştırmak yerine sistematik bir şekilde tecrit edebilirler.
Levitsky ve Ziblatt İtalyan faşizmi, Alman nasyonal sosyalizmi gibi tarihî örnekler yanında, Şili, Peru, Venezuela gibi ülkelerden de bilgi aktarıyor ve onlar haklarında yorumlar yapıyor. Türkiye de zaman zaman ele aldıkları ülkeler arasında. ABD söz konusu olduğunda ise Trump’ı demokrasiyi içten yıkabilecek bir figür olarak konumlandırıyorlar.
Bence kitabın en mühim işlevlerinden biri siyasî partilerin önemine işaret etmesi. Yazarlar partileri “demokrasinin kapı bekçileri” olarak görüyorlar. Çok isabetli bir tutum. Yine yazarların işaret ettiği gibi, demokrasiyi korumanın en iyi yollarından biri siyasete dışardan paraşütle inen kimselere karşı ihtiyatlı olmak. Diktatörlerin çoğu böyle geliyor. Partiler siyaset için bir kanal olmanın ötesine geçen fonksiyonlara sahipler. Radikalleri ılımlaştırma, filtreleme bunlar arasında. O zaman şunun söyleyebiliriz: Bir ülkede siyasî partilerin köklü, kurumsallaşmış, kendine mahsus bir siyasî kültür ve davranış kodları yaratmış olması demokrasinin hayatta kalmasına çok katkı yapar. Bu yüzden siyasî partilerin yaşamasına ve gelişmesine müsaade etmek lâzım.
Bence yazarların geliştirdiği dört gruba tasnif edilmiş kıstaslar açısından bütün partiler hem kendi kendilerini test etmeli hem de dışardan test edilmeli. Çünkü, kendilerinden beklenen demokrasiyi takviye edici işlevleri yerine getirebilmeleri için önce partilerin kendilerinin sağlıklı -yani demokratik- olması gerekir. Bu kıstaslardan geçemeyen partiler uzun ömürlü ve köklü olsalar bile demokrasiyi bizzat öldürebilir veya öldürülmesine katkı yapabilirler.
Kitapta Türkiye hakkında verilen bilgilerin bariz özellikleri ise yetersizlik ve önyargı. Diğer ülkeler hakkında aktarılan bilgiler hakkında bir şey diyemem. Bunu yapabilmek için gerekli araştırmayı yapmaya ne vaktim ne de niyetim var. Ancak, Türkiye hakkında yazarlardan daha çok ve daha sağlıklı bilgiye sahip olduğum kesin. Buna dayanarak bazı düzeltmeler yapabilirim. Meselâ, Erdoğan tarafından iş adamlarının siyasetten dışlandığı, bu çerçevede Cem Uzan’ın ciddî bir rakip olarak görüldüğü için Erdoğan hükümeti tarafından siyasetin dışında itildiği bilgisi temelsiz. Cem Uzan Erdoğan’a ciddî bir rakip değildi, hatta bir tür katkı yapan bir isimdi, 2002’de AK Parti’nin parlamentoda orantısız bir çoğunluk kazanmasında oyları “bölmesi” etkili oldu. Cem Uzan, şirketleri dolandırıcılık, sahtekârlık, tehdit ve şantaj gibi iddialarla hakkında yürütülen soruşturmalar yüzünden ülke dışına kaçtı. Şirketleriyle ilgili muamelelerde hukuka aykırılık ve mülk gaspı gibi durumlar vuku buldu mu bulmadı mı ilgilenmeye değer bir konu. Bulduysa şaşırmam, neticede genel seviyemiz belli. Bununla beraber, Uzan ailesi çok kirli bir şöhrete sahipti ve Uzanlara karşı hukukî işlemler içinde mağdurların da bulunduğu yaygın bir toplumsal destekle yapıldı. Kaldı ki, kitabın tezi doğruysa, Cem Uzan’ın siyasete paraşütle gelen biri olarak diktatoryal eğilimler sergilemesi daha muhtemeldi.
Kitapta bahsedilen Doğan yayın grubuna astronomik vergi cezasını veren aktör FETÖ idi. FETÖ bu yolla Doğan Medya Grubu’nu yedeğine aldı. Doğan grubu da geleneksel anlamda bir medya grubu olarak değil bir iktidara getirici ve indirici olarak konumlanmıştı. Hiçbir demokratik ülkede medyanın sahip olamayacağı bir rol üstlenmişti. Bu sürdürülemez bir durumdu. Bugün medyada yine gereksiz ve sürdürülemez olduğunu düşündüğüm bir muhafazakâr yığılma olduğu gerçeğini de inkâr edemem, bunu onaylamam, ama bunu eski bir Türkiye gerçeğini görmezden gelmenin aracı da yapamam.
Batıdaki bazı şahısların ve çevrelerin Türkiye’yi değerlendirirken yaptığı standart hatalar kitapta tekrarlanıyor. Bir: Erdoğan öncesinde muhteşem bir liberal demokrasi, tam bir kuvvetler ayrılığı, sınırlarını bilen ve demokrasi adına seçilmiş iktidarı sınırlama peşinde koşan bir medya varmış gibi yorum yapmak. İki: Erdoğan hükümetlerinin icraatları hakkında hâlihazırda bir FETÖ olgusunun, kırk yıldır terör kusan bir PKK’nın var olmadığı bir Türkiye’yi yönetiyormuş gibi değerlendirmelere girişmek. Bunlar eğer bilgisizlikten yapılmıyorsa kesinlikle önyargıdan yapılıyor diyebiliriz.
Demokrasiler sorunsuz ve her zaman ayakta kalması garanti rejimler değil. Her demokrasi her zaman ciddî risklerle karşılaşabilir. Bunlarla baş edebilmek için teyakkuz hâlinde olmak şart. Ancak, her şeyden önce her analiz doğru durum tespitine dayanmalı ve sağlam teorik çerçeveler kullanmalı. Aksi takdirde, kaş yapayım derken göz çıkartılabilir.
Yeniyüzyıl, 5 Şubat 2019