İnsanların beraber yaşamak zorunda olduğu gerçeğini anlamak için filozof olmaya gerek yok. Bunu herkes bilir. Ayrıca, herkes, bilmese de veya böyle olmasını istemese de (Rousseau gibi), buna uyar. Zira bu, hayatın tabiatıdır. Adeta yerçekimi kanunu gibidir. Yalnız bir hayatı (filmlerde olduğu gibi) tercih edenlerin bunu yapabilmesi dahi herkesin aynı tercihi yapmamasına, yani diğer insanların toplu yaşamasına bağlıdır.
Beraber yaşama mecburiyeti insan davranışlarının regüle edilmesi ihtiyacını doğurur. Ortak hayat, güçlü olanın (fizikî üstünlüğe, statüye, silaha, bilgiye, ekonomik güce, kurnazlığa vs. sahip olanın) olmayana istediğini yapmasına izin veremez. Bu yüzden gücün sınırlanması gerekir. Aksi takdirde beşerî hayat nihaî yok oluşla sonuçlanacak daimi bir çatışmaya dönüşür. Bunu da herkes kabul eder. Ancak, iş bunun nasıl yapılacağına gelince görüşler ve tavırlar farklılaşmaya başlar.
Toplumsal hayat nasıl regüle edilmelidir? Akla hemen iki cevap gelebilir. İlki, Yaratıcı’nın talimatlarına göre bir otoritenin bunu yapmasıdır. Bu görüşü benimseyenler, insanın Tanrı’nın koyduğu sınırlar içinde kalmasını ister. Bu, yerine göre, insan davranışlarını sınırlamak için çok kuvvetli bir ahlâkî zemin sağlayabilmekle beraber, sanıldığı kadar net ve işlerliği bulunmayan bir yoldur. Bir kere herkes bir Yaratıcı inancına sahip değildir. İkincisi farklı Yaratıcı konseptleri vardır. Üçüncüsü aynı konseptin içinde değişik yorumlar bulunabilmektedir. Dördüncüsü, kitaplı dinlerde bile Yaratıcı’nın her anı, her olayı ve her durumu kapsayacak ayrıntılı bir kurallar demeti koymadığı, bazı genel kuralları saymakla beraber, kuralların zamana ve yere uyarlanmasını insana bıraktığı görülmektedir. Bunun anlamı, kaçınılmaz olarak, insan iradesinin devreye girmesidir. En mühimi, bu tür İlahî kuralları uygulama yetkisinin bir kişiye veya gruba verildiğinin iddia edilemeyecek olmasıdır. Başka bir deyişle, Yaratıcı bir kurallar demeti koymuş olsa bile kuralların uygulanmasını bir kişiye veya gruba bırakmamıştır. Bu yüzden İlahî yönetim hakkı teorilerinin bir anlamı ve meşruiyeti yoktur. Bir Yaratıcı nosyonuna dayandırılan siyasi yönetim modelleri de aynı sebeple meşruiyetten yoksundur. Toplumsal hayatın nasıl regüle edilmesi gerektiğine ilişkin ikinci cevap, bir grup (âkil, ahlâklı, yaşlı, erdemli, bilgili, kuvvetli (silahlı), güçlü (genç erkek) insanın toplumsal hayatı aklına, duygularına, tecrübelerine dayanarak regüle etmesidir. Bu anlayış da ağır problemler içerir. Bu kimselerin en iyi kuralları bulacağının, bu kuralların herkes tarafından kabul edileceğinin, kural koyma gücüne sahip olanların kendilerini de kurallara bağlı tutacağının, onları kendi menfaatine yontmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Nitekim soyut bir aklı tek kaynak ve değer hâline getiren ve birinci cevabı akıl adına reddeden seküler sistemler 20. yüzyılda en vahşi despotizmleri yaratmıştır.
Can alıcı sorumuza özgürlükçü filozoflar akla yakın, hayatla uyumlu, işe yarayan ve hemen hemen herkesi tatmin edici cevaplar geliştirmiştir. David Hume-Friedric Von Hayek geleneğine göre kuralların bir evrim süreci içinde oluşmasında yaşamış her insanın payı vardır; ama kurallar hiçbir insanın tek başına eseri değildir. Onlar anonim bir akış süreci içinde ve uzun zaman içinde doğar. Doğal hukuk ve doğal haklar anlayışına dayananlara göre toplumsal kuralların varlık alanına girmesinde (ateistler için) insan tabiatının ve (Yaratıcı inancına sahip olanlar için) insanın tabiatına Yaratıcı tarafından gömülen özelliklerin (bir anlamda dinî doğal hukuk) bir belirleyici etkisi vardır.
ÖZGÜRLÜĞÜ VE MÜLKİYETİ YOK SAYMAK
Bu gelenekler ve onlara yakın diğer bazı gelenekler toplumsal hayatın kendi-kendini regüle edici (self-regulating) olduğu kanaatindedir. Bunun iki temeli vardır: Özgürlük ve mülkiyet. Bu iki değer ve kurum toplumsal hayatın barışçıl, uygar, gelişmeci olmasının ön şartını teşkil eder. Burada dikkat edilmesi gereken, bu iki değerin pozitif içerik taşımaması, bireysel ve toplumsal hayat için bir çerçeve teşkil etmesidir. Şöyle de diyebiliriz. Özgürlüğün regüle edici kural olduğu yerde kişiler ve gruplar (en azından bir dereceye kadar) başkalarına bağımlılığa dayanan bir hayatı tercih etme hak ve imkânına sahip olur. Mülkiyetin aynı durumda olduğu yerde ise mülkiyeti reddedenler ortak mülkiyete (veya mülkiyetsizliğe) dayanan bir hayat sürdürebilir. Bunların tersi ise mümkün değildir. Yâni, özgürlüksüzlüğü ve mülkiyetsizliği esas alan sistemlerde bireyler ne özgür olabilir, ne de mülk edinebilir.
Özgürlük ve mülkiyet uygar toplumun regüle edici değerleriyse, bundan siyasî erkin (devletin), bireylerin ve grupların hayatı karşısında meşru ve makul pozisyonunun ne olabileceğiyle ilgili sonuçlar çıkarılabilir. Bu iki değer, ne filozoflar ne de siyasî otoriteler tarafından keşfedilmiş, geliştirilmiş ve sosyal hayata yerleştirilmiştir. Filozoflar onlara karşı çıksa da var olacaktır. Nitekim negatif özgürlüğü ve özel mülkiyeti reddeden etkili filozoflara ve onların öğretilerine dayanan siyasî ve toplumsal sistem denemelerine rağmen ortadan kaldırılamamıştır. Özgürlük ve mülkiyeti esas alan felsefeye göre, siyasî otoriteyi öncelemeleri yüzünden devletlerin onları tanımamaları ve ortadan kaldırmaları düşünülemez. Onları yaratmayan bir güç onları kaldırma (veya buna teşebbüs etme) yetkisine sahip olamaz. Devlet, özgürlük ve mülkiyet ilkeleriyle sınırlıdır. Onlara saygı göstermekle ve onlara yönelik saldırıları, saldırıya uğrayanlar adına cezalandırmakla görevlidir. Meşruiyeti de etkinliği de buna bağlıdır.
Özgürlüğü ve özel mülkiyeti toplu olarak ve doğrudan ortadan kaldırma teşebbüsleri, tarihî tecrübelerin ışığında, absürttür. Hiçbir makul insan tarafından savunulamaz. Ancak bu, özgürlük ve mülkiyetin devletlerin tasallutundan masun olduğu anlamına gelmez. Bu iki uygarlık kurumu her zaman her yerde devletlerin ya doğrudan ve büyük ya da dolaylı ve küçük çaplı saldırılarıyla karşı karşıyadır. Her görüşten parti, hükümet eliyle devleti kullanarak bunu yapabilir. Ahlâkı koruma, gençleri koruma, fakirleri koruma, eşitsizliği engelleme gibi çok haklı görünen gerekçeler sonunda en büyük zararı korunmak ve eşitlenmek istenenlerin göreceği durumlara yol açabilir. Bu yüzden, siyasal otoritenin, hangi çizgiye bağlı olursa olsun, mutlaka ve ısrarla özgürlüğe ve mülkiyete saygı sınırları içinde tutulmasına özen göstermek gerekir. Başka bir deyişle, toplumsal hayatın regülasyonunda hayata ve topluma güvenmek ve devletin bu yolda keyfi uygulamalara geçme yetkisini daima sınırlamak lazım gelir.
Zaman, 11.03.2011