Kim yönetmeli, nasıl yönetmeli?

“Toplumu kim yönetmeli?”, “Ülkeyi kim yönetmeli?” Bu soruları sıklıkla dile getirir ve onların masum, sıradan, normal olduğunu düşünürüz.
Gerçekten öyle midir? Hayır. Bu sorular özünde belli bir felsefenin bilinçli veya bilinçsiz benimsendiğini yansıtır. Bu felsefe insan toplumlarının ve ülkelerin eşyaların idare edilmesi anlamında yönetilebileceğini ve yönetilmesi gerektiğini varsayar. Tartışmasız doğru olduğu kabul edilen bu önerme, “niçin yönetilmeliyiz, ne hakla yönetilmek isteniyoruz?” türünden ahlâki konuların düşünme ve tartışma alanı dışına itilmesine ve ideal yöneticileri bulup işbaşına getirme yol ve yöntemleri üzerinde odaklanılmasına yol açar. Halbuki, gerçekten anlamlı ve yararlı bir tartışma “Yönetilmeli miyiz?”, “Yönetileceksek ne kadar ve nasıl yönetilmeliyiz?” soruları etrafında yapılabilir.

“Kim yönetmeli?” konusu zaman zaman bir patlamayla gündemimize girmekte. Bunların sonuncusu birkaç hafta önce bir televizyon kanalında (Star TV) iki gazeteci (Uğur Dündar, Yılmaz Özdil) ve iki komedyen (Müjdat Gezen, Levent Kırca) arasındaki “geyik muhabbeti”nde vuku buldu. Gezen siyasî sistemimiz, demokrasi ve 2011 genel seçimleri hakkında konuşurken, “AKP kimi kamuoyu araştırmalarında % 50 çıkıyormuş, Aziz Nesin kriterlerine göre % 60 olmalıydı” diyerek müteveffa mizah yazarının “halkın % 60’ı aptal” ifadesi üzerinden AKP seçmenini aptallıkla vasıflandırdı. Dündar ve Özdil bu ifadeye katıldı. Özdil’in de Gezen’in “aptal” olmakla vasıflandırdığı kitlelerin mensuplarını “bidon kafalı” diye aşağılayan yazılar yazdığı biliniyor. Bu sözler, tabii ki, toplumda yankılandı ve tartışmalara yol açtı.

“Kim yönetmeli?” sorusu kadim bir sual. Plato’dan beri soruluyor. Ona tarih boyunca değişik cevaplar verildi. Plato’nun kendisi, “bilgi erdemdir, erdemli olan yönetmelidir” formülü üzerinden en bilgililerin yönetmesi gerektiğini söyledi. Bunun pratikteki anlamı, bilginin en çoğuna filozofların sahip olduğu varsayımıyla, filozofların yönetmesinin bir ihtiyaç ve hak olarak kabul edilmesiydi. Böylece “filozof kral” nosyonuna ulaşıldı. Sonraki yüzyıllarda cevaplar çoğaldı. Tanrı’nın “el” verdiği kişinin (kral), en yüksek din adamının (papa-halife), en güçlünün, en zenginin vb. yönetme hakkına sahip olduğunu iddia eden teoriler geliştirdi. Ancak, Plato’nun cevabı asla unutulmadı ve bu bakış, bukalemun gibi renk değiştirebilme kabiliyeti kazanarak, diğer cevapların birçoğuna eklemlendi. Bunun sonucu, bilgililerin, bugünkü deyimle entelektüellerin, siyasi yönetim işinde açıkça veya perde gerisinde her zaman önemli bir rol oynaması oldu. Aydınlardan otoriter ve baskıcı yönetimler özellikle yararlandı. Ancak liberal teorinin ayrımcılığa ve kamu otoritesinin bireysel ve toplumsal hayata keyfi müdahalelerine isyan teorisi olarak doğması ve sonradan gelen demokrasinin ona eklemlenmesiyle, her türlü tahakküm gibi entelektüel despotizm de kırıldı ve “sıradan” insanlar kendi hayatları ve iyi tercihleri üzerinde söz sahibi olma imkânı bulmaya başladı.

ENTELEKTÜELLER YÖNETME(ME)Lİ Mİ?

Düşünce tarihinde entelektüellerin yönetme hakkı fikrini günümüze taşıyan uzun bir gelenek mevcut. Plato çok eskilerde kaldı. Daha yakın zamanlarda Francis Bacon, Diderot, Rousseau, Voltaire bu görüşteydi. Etkili Fabian sosyalistleri (İngiltere ve ABD), faydacılar ve ünlü sosyal demokrat iktisatçı Keynes de aynı çizgideydi. Bu görüş Türkiye’ye de yansıdı elbette ve siyasî yelpazenin hem solunda hem sağında, ama özellikle solunda etkili oldu ve genel siyasî kültürümüzde geniş yer edindi. Hemen hemen bütün radikal sol hareketler ve en geniş sol siyasî oluşum olarak CHP’de onun izlerini sürebiliriz. Adı geçen dört kişi arasındaki geyik muhabbetinde olan biteni bu görüşün banal bir yansıması olarak görmek mümkün. Lakin burada tuhaf bir durum var. “Entelektüeller yönetmeli” fikrine inanan isimlerin ve geleneklerin bazılarını saydım. Görüşlerine katılmasak da, bunların hatırı sayılır entelektüel birikim sahibi olduğu, şu veya bu çapta teorilerinin ve tezlerinin bulunduğu malum. Ya bu kişilerin nesi var? Onlar ne öncü ne de izleyici. Bağnaz tarafgirlik, gerçeğe ihanet edici seçicilik, çarpıtma, şark kurnazlığına başvurarak başkalarını aşağılama, kelimelerle oynama dışında bir ürünleri ve marifetleri olduğunu hatırlamıyorum. Onların siyasî görüşlerini paylaşmayanlara kerameti kendinden menkul, boşlukta asılı bir üstünlük taslıyorlar. Hayattan kopuk oldukları için son 20 yılda köprülerin altından çok su aktığını ve Türkiye’nin 1960’lar, 70’ler (veya 30’lar 40’lar) Türkiye’si olmadığını anlamıyorlar. Hakir gördükleri insanların içinde kendilerini, halk tabiriyle, “okutacak” ve entelektüel birikim bakımından 5’e, 10’a değil 100’e 1000’e katlayacak pek çok kişinin olduğunu göremiyorlar. Korkarım, böyle de kalacaklar.”Kim yönetmeli?” sorusuna iştah, heyecan ve hızla “şu, bu” cevabını yapıştırmadan önce “yönetme-yönetilme” işinin mahiyetini ve boyutlarını sorgulamak doğru olur. Yönetenlerin “doğru” olmasını, olmasa bile “en az zararı” vermesini sağlamanın yolu, “yönetme yetkisinin iyi ellerde olması”ndan çok, “az yönetilmek”ten geçer. Hiçbir reşit insanın ve hiçbir insan toplumunun bütünüyle yönetilmeye ihtiyacı yok. Yönetme yetkisi verilenler, okumuş da olsalar okumamış da, A görüşüne de inansalar B görüşüne de, sınırlı otoriteye sahip olabilmelidir. Yani devlet iktidarı (politikacı, bürokrat, meclis, her kamu kurumu, merkezî idare, yerel yönetim vs.) sınırsız güce ve yetkiye sahip olamaz. Doğal haklar ve sivil özgürlükler tarafından çizilen aşılmaz sınırlar içinde hareket etmek zorundadır. Yönetme meşru alanı içinde her bireyin kendisini etkileyecek her mahalli ve genel kararın alınması sürecine sonuç verecek etkililikte katılma hak ve yetkisine sahip olması gerekir. Yöneticilerin, hangi meşruiyet temelinde çalışıyor olursa olsunlar, asla aşamayacakları sınırlar olduğunu bilmesi ve bu sınırları kabul etmesi yönetme hakkının onlara emanet edilebilmesinin ilk ve vazgeçilmez şartı sayılmalıdır.

Bir soruyla ve cevabıyla bitireyim. Bu çizgiyi kabul etmeye kim daha istekli ve yetenekli: Entelektüeller mi ortalama insanlar mı? Cevap aşikâr: Özgürlükçü gelenekten gelen ve etkilenenleri hariç tutarsak, ortalama insanlar sınırlı, sorumlu, yani demokratik yönetime aydınlardan daha çok sempati duyar görünüyor. O zaman, Allah, toplumları kendini toplumun velinimeti zanneden cahil aydın mukallitlerinin şerrinden ve şirretliğinden korusun desek, herhalde, çok şey istemiş olmayız.

Zaman- yorum, 25.02.2011
 
 

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et