Türkiye’de siyaset dili, ne yazık ki, çok sert. Bu sert lisan bir taraftan sosyal ve siyasal kültürün bir yansıması olarak tezahür etmekte diğer taraftan, muhtemelen, siyasî tartışmalardaki muhteva yetersizliğini örtmek ve perdelemek için -bilinçli veya bilinçsiz olarak- kullanılmakta. Tersinden bakıldığında da, siyasette muhteva geliştirilmesini engellemekte.
Genel mahallî seçimler yaklaşıyor. Partiler aday seçimini ve kampanya hazırlıklarını hemen hemen tamamladı. Yani siyaset ısınacak ve siyasî tartışmalar yoğunlaşacak. Mahallî seçimlerin adeta genel seçimlere dönüştürülmesi olasılığının yüksek olması siyasetin hararetinin daha da artacağına işaret ediyor.
Seçim sürecinde iktidar ve muhalefet siyasî lisanlarında nelere dikkat etmeli? Bu konuda çok şey söylenebilir. Ancak, sanırım, iktidara ve muhalefete birer hususu hatırlatmakta bilhassa fayda var.
Muhalefetten başlayalım. Kılıçdaroğlu zaman zaman Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı makamındaki meşruiyetini sorgulayan ifadeler kullanıyor. Erdoğan’ın Beştepe’de oturmasının gayri meşru olduğunu iddia ediyor. “Benim cumhurbaşkanım değilsin” türünden sözler dillendiriyor. Takip edebildiğim kadarıyla bunu iki nedene dayandırıyor. İlki seçimlere hile karıştırıldığı ve/veya seçimlerin adil olmadığı iddiası, ikincisi ise Cumhurbaşkanın eskisinden farklı olarak partili ve parti genel başkanı olması.
Kılıçdaroğlu’nun meşruiyet tartışması açması yanlış, yakışıksız ve dayanaksız. Demokratik sistemde meşruiyet usulüne uygun seçimlerden kaynaklanır. Erdoğan’ın seçildiği seçim açık ve yarışmacıydı. Kuralları önceden belirlenmişti. Yüze 50’yi aşan kazanacaktı. CHP dâhil tüm yarışmacılar kuralları bilerek seçime girdi. Seçime girmeleri zaten kurallara rıza göstermeleri anlamına gelmekteydi. Yarışı Erdoğan kazandı. CHP sistemde bir meşruiyet sorunu olduğuna inanıyor idiyse seçimlere girmeyi reddederek bu kanaatini daha samimi ve inandırıcı bir şekilde topluma yansıtabilirdi. Böylece gayri meşruluk iddialarına güç katmaya çalışırdı. Öyle yapmak yerine, “ya kazanırsak” umuduyla, seçime girdi. Adayı Muharrem İnce, seçimi kazansaydı, şimdi, aynı mevzuatla cumhurbaşkanlığı görevini yürütüyor olacaktı. Dolaysıyla, bu açıdan bir meşruiyet sorunu yok. Ayrıca, sistem % 50’yi aşanın değil ama en çok oy alanın cumhurbaşkanı seçilmesini öngörseydi ve meselâ Erdoğan % 42 ile birinci olarak seçilseydi bile bir meşruiyet sorunu doğmazdı. Diğer taraftan, CHP liderinin seçim hilesi iddiaları da havada kalıyor. Muhalefet sanki bu iddiayı seçim başarısızlıklarını örtmek için kullanıyor. Hile yapılsa ve sonuçlarda etkili olsaydı, örneğin İzmir, Diyarbakır gibi AK Parti’nin kazanmayı çok isteyeceği ama başaramadığı yerlerde sonuç farklı tezahür etmiş olmalıydı. Seçimlerin adaleti meselesini ise daha önceki yazılarımda aydınlığa kavuşturmuştum. Tek cümleyle söylersek, 24 Haziran seçimlerinde sonuçları gayri meşrulaştıracak bir adaletsizlik yoktu.
Muhalefetin, hassaten CHP’nin bir meşruiyet tartışması açması haksız ve yanlış olduğu gibi zararlı da. Bu tartışma toplumun siyasal sistemimize inancını ve güvenini sarsıcı. Siyaset yabancılaşmayı ve demokratik siyaset dışı arayışlara girmeyi teşvik edici. Bu yüzden, muhalefetin ikide bir meşruiyet tartışması açmaması, dikkatini ve enerjisini iktidara toplumda karşılığı bulunan bir alternatif oluşturmaya harcaması daha yerinde olur.
Gelelim iktidar kanadına. İktidar kanadının dikkatimi çeken en vahim hatası “hainlik”, “ihanet” gibi kavramları çok kolay ve sık kullanmaya meyilli olması. Bu söylem iktidarı destekleyen medya çevrelerinde daha da koyulaşıyor. Muhalefet toptan veya parça parça (yani olay ve/veya tavır bazında), sık sık, hain ilân ediliyor, ihanetle suçlanıyor.
“Vatana ihanet” ve “hainlik” hayatta karşılığı olmayan olaylar ve durumlar değil elbette, ama her olayda ve her gün karşımıza çıkmaları söz konusu olamaz. İktidarın icraatlarına muhalefet bir hak. Aynı zamanda, demokratik sistemin sağlığı için, yerine getirilmesi gereken bir görev. Muhalefet ederken dikkat edilmesi gereken nokta, muhalefeti politika uygulamalarıyla sınırlamak ve varoluşsal bir muhalefete dönüştürmemek. CHP zaman zaman bu hataya düşüyor ama her zaman değil. İkisini birbirinden ayırt etmeliyiz. İktidara muhalefet etmeyi ve iktidarın görüş ve politikalarına aykırı görüşleri savunmayı kolayca ihanetle ve hainlikle etiketlemek demokratik siyasete ve sivil topluma zarar verir. Ayrıca, bu kavramlarının anlamlarını kaybetmesine sebep olur. Bu yüzden, ihanet denen şeyi çok küçük bir alanla sınırlı tutmak gerekir.
İhanet meselâ ülkeye ait -özellikle savunmayla ilgili- gizli bilgileri yabancılara aktarmak, millî varlığa yönelik tehdidi önlemek için girişilmesi mecburiyeti doğan bir savaşta cepheden kaçmak, meşru iktidarı silah yoluyla devirme teşebbüsünde yer almak gibi davranışları kapsayabilir. Ama kamusal meselelerle ilgili farklı görüşler ve yorumlar, ne kadar aykırı olurlarsa olsunlar, ihanet olarak görülemez. Kaldı ki, ihanetle etiketlemek onları etkisiz hâle getirmeye hizmet etmez ve yetmez. Fikirlere suçlamalarla değil fikirlerle karşılık verilir. Farklı fikirleri savunanlara “ihanet içindesin” demek yerine o görüşlerin neden yanlış olduğunun gösterilmesi gerekir. Bazen “yanlış” fikirlerin dile getirilmesi “doğru” fikirlerin tekrar ifade edilmesine yol açtığı için bir fırsat olarak bile değerlendirilebilir. Son olarak, muhalefete ihanet suçlaması bir anlamda muhalefeti meşruiyet alanının dışına atma çabası gibi görülebilir, yorumlanabilir. Bu da demokratik siyasete sığmaz.
Demokratik siyaset bir yönüyle çatışma bir yönüyle uyum meselesidir. Siyaseti bunların sadece birine, yani sırf daimî ve mutlak çatışmaya veya sırf daimî ve mutlak uyuşmaya indirgemek yanlış olur. Bunların her ikisi de, demokratik siyasetin bir anlamda tasfiyesi anlamına gelir. Bu yüzden, siyasî söylemler yumuşak olmalı ve hem meşruiyet tartışmaları yaratmaktan hem de farklı fikirlerin yarışmasına engel teşkil etmekten uzak kalmalı.
Yeniyüzyıl, 17 Ocak 2019