YAŞ toplantısı yapıldı. Bu seneki toplantı daha önce karşılaşılmamış türden bir ortamda cereyan etti. Bunun ana sebebi Balyoz darbe teşebbüsüyle ilgili davada ve Ergenekon genel adıyla anılan davalarda çok sayıda muvazzaf ve emekli subayın sanık olarak yer almasıydı. Bu subayların durumu bir anlamda şûrayı kilitledi.
Son yılların olayları kanıtladı ki Türkiye artık sivil-asker ilişkilerini demokratik ölçütlere uydurmak zorunda. Askerin sivile birçok bakımdan üstünlük tasladığı, sivil otoriteye itaat edip hesap vermekten kaçındığı ve demokratik siyasete müdahale ettiği bir ülke olmayı daha fazla sürdüremez. 35. maddeyle ilgili tartışmalar bu bakımdan çok hayırlı. Ayrıca, bu konuda inisiyatifin, hiç beklenmedik bir yerden, CHP’den gelmesi de, CHP’nin teklifinin askerî vesayeti kaldırmayıp ağırlaştıracak türden olmasına rağmen, yürüyen sürecin AKP’nin zorlaması olmaktan çok sosyolojik realitenin yarattığı bir mecburiyet olduğunu kanıtlamakta. Ancak 35. maddenin değiştirilmesi veya kaldırılması yetmez. Ona ilaveten atılması gereken birçok adım var. Mevzuata her seviyede açık ve örtülü olarak yerleştirilen ve askeri sivile itaat etmekten ve hesap vermekten uzaklaştırıp koruyan unsurlar mutlaka tek tek ayıklanmalı.
Türkiye demokrasisinin normalleşmesi açısından genelkurmay başkanının millî savunma bakanına bağlanması büyük öneme sahip. Bütün demokratik ülkelerde askerî amirlerin muhatabı savunma bakanı. Türkiye de demokratik bir ülke olacaksa bu ilkeye uymak zorunda. Genelkurmay başkanı, ikide bir başbakan ve cumhurbaşkanı ile muhatap olamamalı. Keza, askerler birer kamu görevlisi, maaş karşılığı iş yapan çalışanlar; askerlik mesleğinde bulunmakla topluma bir iyilik yapmıyor, bir lütufta bulunmuyor. Silahlı memurların bunu idrak etmeleri ve her meslek erbabı gibi meslekî standartlara uymaları şart.
Sivil-asker ilişkilerinin normalleşmesinin en önemli ayağı askeriyede egemen zihniyetin ve tavrın değişmesi. Kabul etmek gerekir ki; birçok muvazzaf-emekli subay hakkında ağır suçlamalarla davalar açılmış olması üzücü. Ne var ki; bu, boşlukta ve boşu boşuna ortaya çıkmış bir durum değil. Somut maddî temellere dayanmakta. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, bu suçlamalar ve davalar askeriyeyi yıpratmak isteyen bir kesimin-merkezin komploları olarak algılanamaz. TSK’da egemen siyasî kültürün yansımalarının hukuk duvarına toslaması olarak görülmeleri gerekir.
Devam etmekte olan muhakemelerin nasıl sonuçlanacağını bilemeyiz. Ancak yüzleştiğimiz şeyler hukukun el atması gereken vakalar olduğu kadar siyasî kültürle, tarihle, kamu vicdanıyla da alâkalı. Dolayısıyla hukukî sonuç ne olursa olsun, süreç toplumda ve sistemde derin izler bırakacak. Türkiye’de kimsenin kolay kolay muhalefet edemeyeceği bir gerçek, davalarla tekrar gün yüzüne çıktı: TSK’ya vahim bir darbecilik virüsü bulaşmış ve bu virüsün süratle ortadan kaldırılması gerekmekte.
Bu hüküm ne bir hayal ne de bu satırların yazarının bir iftirası. Ne yazık ki 1950’den bu yana siyasî tarihimiz darbeler ve darbe teşebbüsleriyle dolu. Darbeci zihniyet pek çok üst rütbeli subaya sirayet etmiş. Bunu anlamak için onları, özellikle kendilerini serbest hissedip daha rahat konuşan emekli generalleri dinlemek yeterli. Bu darbecilik virüsü Türkiye’ye de, TSK’ya da çok pahalıya mal olmakta. Devamlı bir darbe enerjisi birikimi yaratmakta ve bu birikim, zaman zaman çeşitli şekillerde patlak vermekte. TSK’nın eksen kaymasına uğrayarak görev alanının dışına çıkmasına ve Türkiye’nin bir üçüncü dünya ülkesi görünümüne bürünmesine sebep olmakta.
Silaha Sahip Olmanın Baştan Çıkarıcılığı…
Bir bünyeye virüs bulaşmışsa, bu virüsün ya bünyenin kendisi tarafından ya da dışarıdan müdahaleyle ortadan kaldırılması gerekir. Maalesef TSK, darbecilik virüsünü kendi iç dinamikleriyle tedavi edemiyor. Buna yönelik ne bir iradesi ne de bir niyeti var. Bunu, şimdiye kadar, ortaya çıkan bunca bilgi ve belgelere rağmen zanlılar hakkında ciddi hiçbir soruşturma açılmamasından ve kamuoyu baskısıyla açılmış hiçbir soruşturmanın sonuca ulaştırılmamasından biliyoruz. Aslında durum daha da kötü. Darbeci medyanın ve darbelere alkış tutan toplum kesimlerinin de iğvasıyla TSK yönetimi darbeci faaliyetleri görmezden gelmekte veya onların üstünü örtmekte. Bazen de “yavuz hırsız” misali üste çıkmaya çalışmakta. TSK’ya yönelik her eleştiri, TSK mensuplarına yönelik her soruşturma ve hakkında vahim iddialarla dava açılan subayları açığa alma çağrıları TSK’yı yıpratma çabası olarak etiketlenmekte. Nedense, polisleri eleştirmek, suça bulaşan emniyet genel müdürü yardımcılarını açığa almak Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yönelik bir saldırı sayılmıyor, ama TSK söz konusu olunca durum değişiyor.
Darbecilik virüsü, tedavisi zor olduğu için, dışarıdan müdahaleyi de gerektiriyor. Biliyoruz ki her bünye her zaman yapısına sızan virüsü kendi başına temizlemeye muktedir olmayabilir. O zaman hastanın dışarıdan yardım alması gerekir. Bu, bilhassa ordulardaki darbecilik virüsü açısından böyle. Belki de orduların hepsi silaha sahip olmanın baştan çıkarıcılığıyla darbeciliğe karşı kendi içlerinden mücadele etmeye yetersiz. Bu yüzden politikacılar ve hukuk, TSK’ya demokratik standartlara uymasında yardımcı olmalı.
Politikacıların askerlere kimin amir olduğunu göstermeye yeterli psikolojik bir hazırlık içinde olmadığı açık. Yargı da askerlerin siyasete tecavüzlerine karşı on yıllardır sessizdi zira bürokratik vesayet sisteminin parçası olarak çalışmaktaydı. Kısaca, son soruşturma ve davalara kadar TSK’daki darbecilik virüsünün temizlenmesi için TSK dışından -politikadan ve yargıdan- bir girişim ve çaba yoktu. Bu, potansiyel darbecilerde bir pervasızlık ve gözü karalık yaratıyordu. Birçok kişiyi yıllarca hapiste tutmaya yetecek tonlarca belgenin depolanabilmesi biraz da bu pervasızlık ve “hiç kimse bize hesap soramaz” algılamasının meyvesi. Hiçbir darbeci cezalandırılmayınca darbe heveslileri bu illegal ve ahlâk dışı icraatla kahramanlığı özdeşleştirmeye başladı ve çılgınca planlara imza attı.
Şimdi Türkiye, darbeciliğe kalkıştıkları iddia edilen subayları adaletin huzuruna çıkarmakla tarihî bir adım atmaktadır. Darbeciler ve darbeye heveslenenler yargılanmalı ve hak ettiği cezaya çarptırılmalıdır. TSK da bu sürece uyum sağlamalı ve darbe heveslilerini içinden ayıklamaya çalışmalıdır. Ne yazık ki son şûrada askerler ayak diremeye çalışmıştır. Bu, beyhude bir çabadır. Onlarla birlikte olmazsa onlara rağmen Türkiye, medeniyete ayak uyduracaktır.
Zaman, 06.08.2010