Fırınlarda, pastanelerde ve marketlerde imsakiyelerin dağıtıldığı, hemen her gazetenin bir ramazan sayfası veya ilâvesi verdiği, iftar ve sahur programları, mukabeleler, ilahîler, dinî sohbetler… derken televizyon kanallarının neredeyse pür-dinî yayınlar yaptığı şu günler, eminim bazılarına endişelenmekte ne kadar haklı olduklarını bir kez daha hatırlatıyordur.
Endişeli modern tanımlamasını ilk kullanan bir anket şirketi (KONDA) olsa da, bu kavramı kitlelerle Binnaz Toprak buluşturdu. Esas tartışma bu noktada başladı zaten: Toprak’ın kullandığı şekliyle ‘endişeli modern’ kavramı, toplumun muhafazakârlaşmasından (hassaten dindarlaşmasından) kaygı duyan orta-üst sınıfa mensup bir zümreyi mi tavsif ediyordu, yoksa durdurulması, önüne geçilmesi gereken bir sürece mi işaret ediyordu? İlki sosyolojik bir tespitken, ikincisi siyasal bir talepti çünkü.
Derken, tartışma genişledi ve Volkan Ertit’in aksi istikametteki görüşleriyle daha ilginç bir hal aldı: Geçmişe kıyasla daha seküler bir toplumda yaşıyorduk!
Şahsî kanaatim, geride bıraktığımız son yirmi-otuz yılda muhafazakâr/dindar kesim genel olarak liberalleşirken, ‘endişeli modern’ , ‘Beyaz Türk’ veya Kemalist çevrelerin değişime ayak sürüdüğü yönünde. Bu ikinci kesim, değişimi karşı koyamadığı hallerde ve kerhen benimsiyor yahut benimsemiş görünüyor. Bu yüzdendir ki, ‘411 el kaosa kalktı’ manşeti atanların, kamuda ve üniversitelerde başörtüsü yasağı fiilen kalktıktan sonra özgürlük havariliğine soyunmaları kimseye inandırıcı gelmiyor. Onlara kalsa sadece üniversitede türbana izin verilmeli, ilköğretim ve lisede, TBMM çatısı altında ve devlet dairelerinde ise türban kesinlikle yasaklanmalıydı. Neyse ki Türkiye artık Beyaz Türklerin istediği gibi yönetilmiyor!
Çözüm sürecinin akamete uğraması ve darbe girişiminin ardından birtakım gerilemeler yaşansa da, muhafazakâr bir hükümet tarafından yönetildiği son onaltı yıl içinde Türkiye, sivil özgürlükleri genişletmede modernist hükümetler dönemine kıyasla daha fazla mesafe kat etti. Bu başarıyı hükümet kadar, onu en çok destekleyen kesim olan dindar/muhafazakâr tabanın hanesine de yazmak gerekiyor.
Dindar/muhafazakâr kesimin mensupları 28 Şubatın şedit günlerinde ya kamunun gözde kadrolarına giremedi yahut yükselme şansı bulamadı. Hasbelkader girmiş olanlar da aile bireylerinin özel yaşamlarının araştırılmasına kadar uzanan baskılarla bunaltıldı. Memuriyetin muhafazakârlar için bir ‘ekmek ve ikbal’ kapısı olmaktan çıkmasıyla yeni arayışlar gündeme geldi.
Yıllar önce, imam-hatip çıkışlı bir genç anlatmıştı: Katsayı engeli yüzünden sadece ilahiyat fakültelerine girebiliyorlarmış. Aynı durumdaki ablasıyla birlikte, din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretmeni olmayı düşünmüşler. Lâkin kontenjanlar düşürülünce, ilahiyat fakültesine de girememişler. Bir çıkış yolu ararken, internet üzerinden öğretim veren bir Amerikan üniversitesi bulmuş ve işletme okumaya başlamış. Sonraki dönemde ablası sosyoloji okumak için İngiltere’ye gitmiş. Ben de peşinden tabiî, diyor ve ekliyordu:
– Şu an elimde iki diploma var. İkisi de yurt dışından. Çok parlak üniversiteler değil belki ama üzerinde “USA” ve “UK” yazması işverenleri fazlasıyla etkiliyor. Yıllarca İngiltere’de kaldığımdan, lisanım da iyi. Bu sayede iyi bir iş buldum. Ablam hâlâ İngiltere’de. Sosyoloji doktorasına başladı. Bitince belki o da döner.
Herkes onlar kadar şanslı veya becerikli değildi elbette. Ama bir çıkış yolu aramaya devam ettiler. Kimi özel sektörde iş buldu, kimi kendi işini kurdu, geliştirdi ve biz askerlikle uğraşırken, onlar ticaret yapıp zengin oldu dedikleri gayri müslimler gibi zengin oldular!
Daha önce fazla el atmadıkları alanlara yöneldi kimisi de. Sivil toplum faaliyetleriyle, kültür-sanatla, radyo-televizyon yayıncılığı ve gazetecilikle ilgilendi. Kimisi dünyayı gezdi, ekmeğini yurt dışında aradı.
Yurt içinde veya dışında, çözüm üretmeyi, rekabet etmeyi, farklı kültürlerle iletişim kurmayı, daha hoşgörülü olmayı, kendi vatanında gadre uğramış insanlarla empati yapmayı ve dayanışmayı öğrendiler. Mültecilere en çok muhafazakâr kesimin sahip çıkmasına bir de bu gözle bakılmalı.
Çekilen çileleri ve yaşanan acıları bir kenarda tutuyor, lâkin toplumun en geniş kesimini -bir anlamda omurgasını- oluşturan muhafazakâr kesimin, geçtiğimiz yirmi yıl boyunca edindiği tecrübeyi son derece kıymetli buluyorum. Doğru kullanılırsa bu tecrübe, farklılıkların birarada yaşayabildiği bir Türkiye için bir harç vazifesi görecektir.
Şimdi bile öyle değil mi aslında?
Muhafazakâr/dindar bir aileye mensup olduğu halde başını örtmeyen, makyaj yapan, yazın kısa kollu bulüzlerle dolaşan, düğün/nişan vb. günlerde mini etek giyen kızlar tanıyorum ben. Birkaç tane değil, çok sayıda üstelik.
Bunu yaptıkları için ailelerinin hışmına uğramıyor, gençtir, yapar olgunluğuyla karşılanıyorlar.
Kemalist bir aileye mensup olup da baş örtüsü kullanan bir kıza ise hiç rastlamadım. Kızları başını örtmeye kalksa, Kemalist aileler aynı olgunlukla karşılar mı; hiç emin değilim.
Velhasıl günümüz Türkiyesinin ortalama muhafazakârı, ortalama Kemalistinden daha hoşgörülü, farklı kültürlerle diyaloğa daha açık, daha piyasacı ve liberalizme daha yatkın.
Daha özgür ve mutlu bir Türkiye’nin inşasında Beyaz Türkler, endişeli modernler ve Kemalistlerden ziyade, muhafazakâr kesimin yukarıda bahsettiğim vasıflara sahip olanlarının harcı bulunacak.