Yaptığımız davranışların ve söylediğimiz sözlerin bir kısmı bu dünya için suç, öbür dünya için de günah olarak adlandırılır. Başka bir deyişle, bazı fiillerimizin bu dünyada adı “suç”tur, dinî inanç sahibine göre de öbür dünya için adı “günah”tır. Bu kategoriye giren fillerimiz için hem bu dünyada hem de öbür dünyada bir karşılığının olacağına inanılır. Yani aynı fiil hem günah hem de suçtur. Bazı fillerimiz sadece günahtır, bu dünyada bir karşılığı yoktur. Bazı fiillerimiz de sadece suçtur, öbür dünyadaki karşılığı konusu tartışmalıdır.
Bu dünyada suç olarak adlandırılan fiillerin cezasını manevi olarak toplum, fiilÎ olarak da kamu otoritesi verir. Suçun pasif cezalandırıcısı toplumdur. Görünürde hiçbir eylem yoktur ama suçu işleyen büyük bir eza çekmektedir. Toplumdan dışlanmakta, selam verilmemekte, alış-veriş yapılmamaktadır. Suçun aktif cezalandırıcısı ise, insanların ortak iradeleriyle oluşturduğu kamu otoritesidir yani devlettir. Fail, kanunlarda yazan miktarda ve şekilde bir cezaya çarptırılmaktadır.
Benim sınıflandırmama göre günahlar 3 gruba ayrılır.
Birincisi, kişinin sadece kendini ilgilendiren, bir başka insanla hiç ilgisi olmayan günahlar. Yani kişinin kendi iradesiyle (dinî anlamda) kendine verdiği zarar veya işlediği günah. Buna örnek, kişinin tek başına içki içmesi, uyuşturucu kullanması, intihar etmesi verilebilir.
İkincisi, iki kişinin rızayla işlediği ve birbirinden şikâyetçi olmadığı “günah”. Buna da örnek olarak zina, kumar, rüşvet gösterilebilir.
Üçüncüsü, bir kişinin başka bir kişinin rızası hilafına işlediği günah. Diğerinin, fiili işleyenden şikâyetçi olduğu günah. Buna da tecavüz, hırsızlık, cinayet örnek verilebilir.
Bu üç günah için de inanılır ki (semavî dinler, yani öbür dünya inancı olan dinler için söylüyorum) öbür dünyada tanrının uygun göreceği bir azap vardır. Hiçbir insan da bundan kaçamayacaktır.
Şimdilik bu dünyada yaşayan bizler için bu üç günah türünden hangilerinin bu dünyada da cezasının olabileceği/olması gerektiği konusu önem arzetmektedir. Başka bir deyişle, insanların ortak iradeleriyle oluşturduğu hukuk ve onun sonucu yazılan kanunlar, bu üç günah türünden hangilerine müdahil olup, işlendiği anda ceza yaptırımını yürürlüğe sokacaktır/sokmalıdır. Yani kişinin evinde (veya başka bir özel mekânda) içkisini içmesi, kötü sözler söylemesi, vücuduna dövme yaptırması (bunun da islam dininde günah olduğu söylenir), uyuşturucu kullanması durumlarında, kamu gücünün bu günahların olmasını engellemek veya olduktan sonra cezalandırmak gibi bir yetkisi var mıdır? Olmalı mıdır?
İnandıkları dinî anlayışın, toplumun yaşayışının tümünde hâkim ve belirleyici olmasını, dolayısıyla da devletin bu anlayışı korumasını arzulayan kesimler, bu durumlarda da devletin müdahil olmasını istemektedirler. Öncelikle devletin önleyici görevini yapıp, içki satılan yerleri kapatmasını, dövme yaptırmanın, uyuşturucu satışının yasaklanmasını beklemektedir. Bu tedbirlere rağmen hâlâ bu günahları işleyenlere de, geçmişteki dinî içtihatlardan edinilmiş ceza şekli ve miktarlarınca bir cezayı devletin uygulamasını istemektedirler.
İkinci günah türünden olan, iki kişinin rızayla işlediği günahlardan hangisine devlet karışmalıdır sorusunun cevabı biraz daha karmaşıktır. Örneğin din tarafından “zina” olarak adlandırılmış, iki kişinin rızayla oluşturduğu ilişki devletçe engellenmeli, yapanlar da cezalandırılmalı mı? Kumar gibi, iki veya daha çok kişinin rızayla aktörü olduğu fiilin devletçe yasaklanması/cezalandırılması gerekir mi? Bu ikisinden ayrı, ama yine rızayla yapılan bir fiil olan “rüşvet” konusunda devletin tavrı ne olmalıdır?
Üçüncü günah türü olan, diğer tarafın rızası hilafına yapılan kötü bir fiilin, insanların ortak iradeleriyle oluşturduğu hukuk/kanunlar ve devlet tarafından cezalandırılması konusunda hiç kimsenin aklında bir şüphe yoktur. Çünkü bu tür fiillerde bir taraf zarar görmektedir. Bu zarar da bir adaletsizlik doğurmaktadır. İnsanların ortak iradeleriyle kurmuş oldukları hukuk/kanun ve dolayısıyla devletin asıl ve belki de tek amacı/görevi, bu adaletsizliği öncelikle önlemek, önleyememişse faili bulup zararın tazminini sağlamak ya da bir ceza usulüyle yaptığının karşılığını çekmesini sağlamaktır. Bu konuda hemen hemen bir ihtilaf bulunmamaktadır.
Devletin nereye ne kadar karışacağı konusu birinci ve ikinci tür günahlarda önem arzetmektedir.
Birinci tür günah, bu dünyalık bir suç oluşmadığı için aslında devletin kesinlikle ilgi sahasında değildir. Devletin, kişinin özgür iradesiyle, eğer zararı varsa sadece kendine olan bir fiili, “sen bunu yapamazsın, yaparsan sana ceza uygularım” deme hakkı ve görevi yoktur ve olamaz. Çünkü bütün dinler, şahsın kendisine, onun iradesine hitap ederek “yapmayın, kaçının, yaklaşmayın” diyerek günahtan uzak durmasını istemektedir. Hiçbir güce de “başkalarının bu tür günahları işlemelerine engel ol” diye bir emri yoktur. O yüzden, tamamen özel sahada gerçekleşen, bir başka şahısla hiç ilgisi olmayan bir günahın devlet tarafından önlenmeye çalışılması peşinden de cezalandırılması haksız ve yersiz olacaktır. Ancak devlet, içki ve uyuşturucu gibi maddelerin halka açık yerlerde (parklarda) kullanılmasını, belirli yaştan küçük kimselere içki verilmesini, belirli saatten sonra alkol satışının, her zaman da uyuşturucu satışının yasaklanması gibi tedbirler almaktadır. Özgürlükçü anlayışa göre devletin bu tür yasaklar koyması da yersizdir. Ancak bütün dünya ülkelerinde benzeri uygulamalar ortak olduğu için fazla da itirazla karşılaşılmamaktadır.
Burada bazı istisnaî durumlar olabilir. Kişinin, geri dönüşü olmayacak bazı fiilleri işlemeye teşebbüs etmesi durumunda kamu gücü önleyici/vazgeçirici bir girişimde bulunmalı mıdır? Örneğin; intihar gibi bir girişimde kamusal güç, hayatın son bulmaması için vazgeçirmeye, önlemeye gayret etmelidir. Yine bir kişinin, vücut bütünlüğü açısından geri dönüşü olmayacak bir fiilde (örneğin elini-kolunu kesmesi gibi) de önleyici olmaya çabalaması doğrudur. Ancak bu, insanların bu tür girişimlerini önceden önleyici bazı tedbirler alma şeklinde değil, fiilin işlenme anında tedbir alması şeklinde olabilir. Yani intihar aleti olabilecek bıçak satışının, intiharları önlemek için tümden satışının yasaklanması şekliyle değil, teşebbüs aşamasında harekete geçmek şekliyle olmalıdır.
İkinci günah işleme şeklinde de aslında devletin yapacağı pek fazla bir şey yoktur. Çünkü fiili işleyen iki taraf da rıza sahibidir. Şikâyetçi olan yoktur. İşte en çok bu durumda, dinî inanışı, inandıkları dinin, hayatın bütününe hâkim olmasını isteyen kesimlerce, devletin bir cezalandırma yapması istenmektedir. Örneğin “zina günahı, ceza kanununda da suç sayılmalı ve Allah’ın lanetlediği bu fiili yapanlar hak ettikleri şekilde cezalandırılmalıdır” denmektedir. Şayet bu istek gerçekleşecek olsa devletin şunu da yapması gerekecektir. Her evin her odasına kamera koyup, bu fiili işleyenlerin tespit edilip, mekâna baskın yapılıp, kimlik kontrolünden geçirilip, aralarında nikâh akdi yoksa cezalandırılmaları mümkün hale gelecektir. Çünkü, ceza kanununda suç olarak yazılmış bir fiili tesbit için en etkili ve hakkaniyetli yol bu olacaktır. Şayet, zinanın cezalandırılması gereken bir suç olduğunu düşünenler de kendi evinin her odasına kamera koyulmasına razı olacaklarsa (hem eşitlik ilkesi gereği hem de o mekânda da bu fiilin işlenmesi ihtimali olduğu için) bu uygulanabilir. Tabiî bu durumda “özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı” ilkesi tamamen ortadan kalkacaktır. “Kamera konmasın ama yine de “zina” suçu cezalandırılsın” diyecekler olacaktır. O zaman da geriye tek ihtimal kalır. O da “ihbar mekanizmasıdır”. Şayet bir fiil kanunda suç olarak tanımlanmışsa ve bir suçu önlemek her vatandaşın göreviyse, kolluk kuvvetleri vatandaştan yardım isteyecektir. Herkesin herkesi, “bunlar muhtemelen zina yapıyorlar” gerekçesiyle şikâyet etmesinin yolu açılacaktır. Şikâyet edilenler hakkında soruşturma açılacak ve sonuçta ihbar edilen kişilerin çoğunlukla akraba, arkadaş, iş ortağı olduğu ortaya çıkacak. Böyle bir fiili işlemedikleri veya işlemeye niyeti olmadığı ortaya çıkacaktır. Kolluk kuvveti ve adalet teşkilatı gereksiz yere meşgul edilecektir. Bazı ihbarlar da gerçek çıkabilir. O şahıslar sorguya alınır ve bu fiili gerçekten yaptıkları ortaya çıkarsa ve failler “biz bu işi gönüllü yaptık kimseye de zararımız olmadı, size ne oluyor?” derlerse ne cevap verilecektir? Bu uğraş, bugün görülmeyen birçok soruna ve mağduriyetlere yol açacağı için devletler bu fiili, kanunlarda suç olarak tarif etmekten ve cezalandırmaktan vazgeçmişlerdir. Suç vasfı kalmamış, günah vasfı ise öbür dünyaya kalmıştır.
Yine bu sınıftaki günahlardan kumar da böyledir. İki kişi birbirinin parasını kolay yoldan kazanmak amacıyla gönüllü bir ilişkiye girmişlerdir. Aslında bu fiile de devlet karışmamalıdır. Cezalandırmakla önlenecek bir fiil değildir çünkü. Nitekim Türkiye’de bu suç takip edilmekte, birçok yere baskınlar düzenlenmekte, mekân dağıtılmakta, paraya ise el konmakta, failler sorgularının ardından serbest bırakılmaktadır. Bu bile başlı başına bir hukuksuzluktur.
Bu iki konuda devlet bazı önlemler alabilir. Örneğin, umumî ortamlarda bu fiillerin işlenmesinin yasaklanması, çocukların bu fiillerden korunması gibi yasaklar çoğu zaman tartışılsa da toplumca uygun görülmektedir.
İki kişinin rızası olup da hem bu dünyada, hem de öbür dünyada cezalandırılan fiillere en güzel örnek “rüşvet”tir. Rüşvette de içki ve kumar gibi iki tarafın da rızası vardır, şikâyetçi yoktur. Ama bu görünürde böyledir. İşin görünmez kısmında ise zarar gören bir kesim vardır. O çok belirgin olmadığı için rüşvet iki kişi arasında ve rızayla yapılan bir fiil gibi görünmektedir. “Rüşvet, genelde kamu işinde, olmaması gereken bir işi oldurmak veya olması gereken bir işi oldurmamak için, bu durumdan menfaat sağlayacak bir şahsın, kamu görevlisini de bu menfaate ortak etmesidir.” Bu fiilde zarar gören, failler dışındaki tüm halktır. Yani zarar gören bütün toplumdur. O yüzden bu günah bu dünyada da suçtur ve kamu otoritesince cezalandırılmalıdır. Dikkat edilirse burada, rıza göstermeyen ve zarar gören bir kesim vardır. Aslında bu günah türü, ikinci kategoriye değil üçüncü kategoriye daha uygundur.
Devletlerin, hukukun, adaletin, kanunların bu dünyada önce önlemek, önlenememiş ve işlenmişse faili cezalandırmak görevine, hakkına, yetkisine sahip olduğu “günah”, üçüncü sınıftaki günahlardır. Yani, mağdur birinin olduğu, mağdurun bu işte rızasının ve haberinin olmadığı ve fiilden zarar görüp acı çektiği ve şikâyetçi olduğu “günah”lardır. Diğer günahları devletin takip etmesi, cezalandırması hakkı, görevi, yetkisi yoktur.
Bütün bunların yanında, bu dünyada suç olarak görülüp, öbür dünyada da günah olup olmayacağı bilinmeyen bazı fiiller vardır. Örneğin, devletin verilmezse suç olarak cezalandırdığı “vergi”, şayet tam olarak yasalarda yazıldığı gibi ödenmezse, Allah da öbür dünyada buna bir ceza uygulayacak mıdır? Örneğin askerliği reddetmek, (vicdani red) bu dünyada suç olarak cezalandırılmaktadır. Acaba dine göre bu da günah olarak öbür dünyada hesap sorulacaklar arasında mıdır? Belki burada da “devlete karşı suçlar” ile “ferde karşı suçlar” ayrımı yapılmalıdır. Yani bir fiil bir başka ferde zarar veriyorsa bu her hâlükârda suçtur, aynı zamanda da günahtır. Ancak devletlerin kendilerine karşı işlendiğini iddia ettiği suçlar ile, zulüm olarak halka dayatılan ve kanunlarda yazılan suçlar (mesela bizdeki devrim kanunları gibi) fertler tarafından işlenirse, bu suçların öbür dünyada herhangi bir yaptırımı olmayacaktır. Şayet böyle bir şey olursa, Allah’ın o vakit, her devletin kendi anlayışına göre (devletin selameti adıyla) halka dayattığı ve birbiriyle çelişkili olabilecek suçları günah statüsüne koyup cezalandırması gerekecektir. Örneğin, İran devletinin “başını açmak suçtur” yasasına uymayanları da, Türkiye Devletinin (bir dönem için) “başını kapatmak suçtur” yasasına uymayanları da, aynı anda cezalandırması gerekecektir. Kısaca, devletlerin bu dünyada yasalarına koydukları her suçun, suçu işleyenlere öbür dünyada da bir cezasının olacağını iddia etmek dine dünyadan hüküm sokuşturmak olur. Yani vergisini tam vermeyenler için “bu tüyü bitmemiş yetimin hakkıdır” söylemi tamamen insanları zayıf yerinden vurmak için devletlerce uydurulmuş bir bidattir.