1930’ların tartışması: VAKIFLAR MESELESi

Türkiye’nin demokratikleşme ve reform hareketi devam ediyor. Bunun ana yollarından biri gayrimüslimler ve dolayısıyla vakıflardır. Bu hafta vakıfların ve gayrimüslimlerin tek parti döneminde yaşadıklarına kısaca bakalım. Vakıfların özel hukuku ilgilendirdiğinden kamu hukukundaki bütçeler içinde olmaması gerektiği tartışılmaktadır.

TEK parti döneminde Evkaf Umum Müdürlüğü’nün bütçe görüşmeleri, genellikle muhafazakâr taleplerin dile getirildiği bir zemin olmaktadır. 8.6.1931 tarihli görüşme ise bu bakımdan şaşırtıcıdır. Sırrı Bey yaptığı konuşmada hükümet şeklinin laik olduğunu, bu yüzden evkaf bütçesinin Meclis’te görüşülmesine yer olmadığını iddia etmiştir.

Sırrı Bey, medenî kanun uygulandığına göre medenî hukukun gerektirdiği hükümleri tamamen uygulamak gerektiğine işaret ederek, vakıfların özel hukuku ilgilendirdiğinden kamu hukukunu ilgilendiren bütçeler içinde yer almaması gerektiğini ifade etmiştir.

Sırrı Bey şöyle diyor: “Evkaf idaresi doğrudan devlet teşkilatından hariç tutularak bunu milletin idaresine ve düşüncesine bırakmak lâzımdır.” Komisyon Başkanı Hasan Fehmi Bey, merkezin kontrol gücünü korumaya yönelik tepkisini dile getiriyor.

Sırrı Bey, Hasan Fehmi Bey’in son söylediklerinden farklı düşünmediğini söyleyerek, kendi fikirlerinde ısrar etmekte ve başka türlü düşünmenin anayasadan sapmak anlamına geleceğini belirtiyor.

Sırrı Bey, ancak Meclis’te merkezî iktidarın toplumdaki kontrol alanını azaltmak istemeyen merkezin temsilcilerini ikna edememektedir. Sırrı Bey’in siyasî seçkinler nezdinde kabul görmüş bu uygulama karşısında sıradışı bir liberal politika önermesi ilginçtir.

Laiklik ‘eşitlik’ demektir

Sırrı Bey, Evkaf Umum Müdürlüğü’nün 1932 yılı bütçesi dolayısıyla yaptığı konuşmada aynı konuya dönerek, vakıflar bütçesinin devlet bütçesi olarak ele alınmasının anayasaya ve laikliğe aykırı olduğu iddiasını tekrar etmiştir.

Sırrı Bey konuşmasında laiklik dışında bu tür bir muamelenin hükümetin memleketin aslî unsuru olan Müslümanları Rum, Ermeni ve Yahudilerden “daha noksan” olarak gördüğünü akla getireceğini, çünkü hükümetin yetkisini sadece Müslümanlar üzerinde uyguladığını ifade etmiştir.

Sırrı Bey, Müslümanların gayrimüslimler gibi kendi vakıflarını idare edebilmek için özel teşkilâtları olmasının, dinlere eşit davranmak demek olan laikliğe uygun olacağını iddia etmektedir.

Hükümete yakın olan bütçe encümen reisi Hasan Fehmi bey’de konuşmaya müdahale ederek “mürteci teşkilâtı istemeyiz” demiştir. Hükümet merkezî iktidardan bağımsız ve kontrol dışı bir yapılanmanın “irticaî” bir odak oluşturmasından çekinmektedir.

Kaldı ki bu çekince olmasa bile hükümetin genel devletçi siyaset çizgisi, Sırrı Bey’in bakış açısıyla çakışmamakta, aksine çatışmaktadır. Sırrı Bey’in Vakıflar Bütçesi ile ilgili 12.5.1932 tarihinde yaptığı bu ikinci konuşmasından sonra, Meclis kürsüsü dışında da özel olarak uyarıldığı anlaşılıyor.

CHP’nin gizli gündemi

21.6.1932 tarihindeki bütçe genel görüşmelerinde yaptığı konuşmasında aldığı bu uyarılardan bahseden Sırrı Bey, bütçede kendisini bu sefer kürsüden uyaran Recep Bey’in vakıflarla ilgili uyarısını şöyle
anlatıyor: “Sonra Recep Beyefendi beni ikaz ettiler.

O vakit hatamın büsbütün farkına vardım. Derhal kendilerine teşekkür ettim. Gözüküyor ki sizin hususî içtimalarınızda mahzurlu gördüğünüz fakat bence meçhul kalan mevzular üzerinde yaptığım hatalar bana ihtar edildiği zaman, haklı bulduğum hususlarda derhal kabahatimi itiraf ve teşekkürü vecibe addediyorum.

Eğer bu ihtarlardan sonra da eski sekameti muhafaza edecek olursam o vakit benim sözlerim iştibahlı [şüpheli] görülebilir. paylaşmadığı özel görüşlerinin olduğunu da gösteriyor. Konunun vakıflarla ve azınlıklarla ilgili olan yönü ise CHP’nin bu konuda belli bir planının olduğunu düşündürüyor.

Müslümanlara da gayrimüslimlere de hürriyet

SIRRI BELLIOĞLU

”Çünkü teşkilâtı esasiye kanununda, Türkiye Cumhuriyetinin resmî bir din ile mukayyet olmadığı mezkûrdur. O halde Türkiye Cumhuriyetinin şekli mahsusu itibarile kendi hududu dâhilinde bulunan bütün edyanı muhtelifeye karşı müsavi bir nazar ile bakması lâzım gelir. Binaenaleyh bugün nasıl Türkiye Cumhuriyetinin umumî bütçesinde Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin evkafına mütedair bir faslı mahsus yoksa ve onların bu gibi muamelâtını tetkik için Meclise bir lâyiha sevk edilmeğe lüzum hâsıl olmuyorsa, Müslümanların dahi dinile alâkadar olan hususatın burada tetkiki icap etmez. Bu noktai nazar derpiş edilmeyerek, üzerinde yine ısrar edildiği takdirde, bu işlerin karşısında Müslümanların diğer unsurlara karşı müsavatı inkâr edilmiş olur.”

Savaşta Portakal Yemenin Felsefesi

İran- Suudi Arabistan krizi bölgedeki savaş korkusunu arttırdı. İkinci bir konu olarak Süveyş Kanal Harekâtına katılan bir subayın, Ali Fuat Erden’in portakalla olan macerasını, Paris’ten Tih Sahrasına isimli
hatıra kitabından anlatacağım.

BIR’us Sebi’den beri cebimde bir portakal vardı. Bu portakal, Sina Çölü’nde benim tesellim ve ümidimdi. Bir portakalın sahibi, maliki, hamili olduğumu kimse bilmezdi. Onu en münasip zamanda yemek için şimdiye kadar saklamıştım. Bunaltıcı, bıktırıcı ve usandırıcı fırtına içinde aklıma geldi: ‘bari portakalımı yesem’ dedim.

En münasip zaman, hatta münasip zaman bu fırtına zamanı mıydı? Belki değildi. Lakin kanala hücum bu gece olacaktı. Hücumun sonucu meçhuldü ve ne olacağımız da belli değildi. Sonra, fırtına beni dış âlemden ayırıyor ve ortalığı adeta karartıyordu; yani, portakalı yerken kimse beni görmezdi.

Çünkü tek portakalı arkadaşlarımla paylaşmak ve ondan bütün karargâha ikram etmek mümkün değildi. Portakalı şu sırada yemek münasip mi, değil mi diye epey düşündükten sonra yemeye karar verdim.

Fakat nasıl yiyecektim? Soyarken ve yerken kumlanmamasını sağlamalı idim. Bir plan düzenledim. Fırtına esnasında başımızı kefiye ile örtmüştük.

Çöl fırtınasında portakal Portakalı dizlerimin arasına sıkıştıracak; kefiyenin himayesi altında soyacak; başımı öne eğecek ve olabildiği kadar çabuk yiyecektim. Öyle yaptım. Lakin nazari olarak mükemmel
olan plan, tatbikatta fayda vermedi. Tabiat ve portakal bana karşı ittifak etmiş gibi idi. İnce kabuklu olan portakalım güç soyuluyor ve soyarken suları akıyordu.

Benim faydalanamadığım bu lezzetli damlaları kum (yani Sina Çölü) zalimce emiyor; her dilim, ağzıma götürünceye kadar kum içinde kalıyordu. Hiçbir dilimi kumsuz yemek müyesser olmadı.

Portakal bitti, bu fani dünyada her güzel şey gibi çabuk bitti. Portakalı yedikten, yani güya yedikten sonra pişmanlık duydum. ‘Keşke yemeyip de saklasaydım’ dedim. Hem portakalım kalmadı, hem hayli kum yutmuştum, hem de ellerim yapış yapış olmuştu.

Portakal kıssasından çıkan hisse

Şimdi sıra felsefeye geldi. Kıssadan iki hisse çıkardım:

İnsan doğru bir karar verebilmek için inceden inceye hayli düşünüyor da sonunda yine yanlış karar veriyor ve kararı icra eder etmez pişman oluyor.

Hiçbir düşünme, tecrübe yerine kaim olamaz. Şu kum fırtınası içinde portakalı kumsuz yiyemeyeceğimi bilmeliydim. Bu besbelli. Lakin insanlar bedahetlere ancak tecrübeden sonra inanırlar; inanmayıp tecrübe
edilmiş olan şeyi tekrar tecrübe etmeye kalkarlar.

Portakalı yedikten ve kıssadan hisseler çıkardıktan sonra yine fırtınayla başbaşa kaldım. Fakat bu sefer portakalsız olarak.”

Yeni Yüzyıl, 10.01.2016

http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/1930larin-tartismasi-vakiflar-meselesi-872

Bu Yazıyı Paylaşın

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et