Gülen Cemaati’nin temel hedefi, ülkenin kaderine yön verecek “seçkin” bir sınıf yaratmaktı. Cemaat’in bir toplumsal tahayyülü vardı ve bunu gerçekleştirmek için eğitime yöneldi. Siyaset kora kor bir mücadele gerektiriyordu, tehlikeliydi. Oysa eğitim, siyasete nispetle, hem daha yüksek bir toplumsal itibara sahipti, hem de daha korunaklıydı. Cemaat, toplumsal prestiji çok yüksek, hem de daha korunaklı bir alandı. Dershanelerden ve okullardan mezun olanların devletin önemli kademelerinde yer edinmeleri halinde Cemaat hedefine varabilirdi. Bu strateji, iktidar katında olanlarla çatışmamayı zorunlu kılıyordu. Cemaat, bütün bir toplumun üzerinden silindir gibi geçen 12 Eylül darbesine karşıt bir tavır takınmadı. Darbecileri eleştirme bir yana, onları takdir eden bir tavır benimsedi. Keza Cemaat, bizatihi mütedeyyinlere yönelmiş olan 28 Şubat’a da itiraz etmedi. Darbenin birinci derecede mağduru olan Refah Partisi (RP) ile dayanışmadı, tersine meydana gelenlerden RP’yi sorumlu tutan bir çizgi izledi. Cemaat, 28 Şubat badiresini en az hasarla atlatmak için kendini diğer İslami yapılardan ayrıştırdı, darbecilerle uzlaşmaya çabaladı. Okullarını orduya devretme teklifini sundu. Fakat bu, Cemaat’i 28 Şubat’ın gazabından kurtaramadı. Tüm İslami gruplara olduğu gibi Gülen de tefe konuldu, ona ve cemaatine karşı da büyük bir kampanya başlatıldı. “Hoşgörü” dönemi 28 Şubat’ın dinmesinden sonra Cemaat, insan haklarını ve özgürlük değerlerini ön plana almaya başladı. “Hoşgörü”, Cemaat’in fazla sarıldığı kavramlardan biri haline geldi. 2002’de AKP iktidara geldi, reformist bir programı vardı ve bunu yürürlüğe koymak istiyordu. BU durum, Cemaat ile AKP’nin yolları kesiştirdi ve Cemaat’in önüne çok büyük imkânlar çıkardı. Cemaat mensuplarının ifade ettiği üzere, Cemaat en büyük sıçramasını AKP döneminde yaptı. AKP ve Cemaat’in ortaklaştıkları en mühim konu, askeri vesayetin geriletilmesiydi. Askeri sistem içindeki muhkem pozisyonunun devamı halinde AKP’nin gerçek bir iktidar olması bir hayalden öteye gidemezdi, Cemaat’in ise tüm kazanımları her an elinin altından uçabilirdi. Bu sebeple her iki güç ortaklaştılar; diğer değişim taraftarlarının da desteğiyle 2007’deki krizi aştılar, 2010’da önemli anayasal değişikliklerin yapılmasını sağladılar. Gerginlik ve çatışma Lakin daha sonra bu birliktelik çatırdamaya başladı; bazı temel konularda AKP ile Cemaat birbirinden tamamen zıt politik tercihlerde bulundular. Önce alttan alta süre giden, “aramıza fitne sokuyorlar” söylemiyle perdelenmeye çalışılan gerginliğin uzun süre kontrol edilemeyeceği belliydi. Bir yerden taşacaktı, taştığı yer “dershaneler” oldu. Arkası çorap söküğü gibi geldi; önce 2004 MGK Kararı piyasaya sürüldü, arkasından meşhur 17 Aralık bombası patladı. Karşılıklı suçlamalar, doğrudan veya dolaylı göndermeler, peşi sıra verilen cevaplar, sert ithamlarla çatışma genelleşti. Bugün durdukları yerden bakıldığında ve seçim süreci hesaba katıldığında çatışmanın daha da keskinleşeceği söylenebilir. Cemaat ilk kez bir iktidarla bu kadar açıktan ve göğüs göğüse mücadeleye giriyor. Zira 12 Eylülcülere ve 28 Şubatçılara bile tolerans gösteren bir Cemaat, muhafazakâr ve mütedeyyin kimliği apaçık bir iktidara karşı cepheden bir mücadeleye giriyor. Bunun üzerinde durulmalı. İki sebebi olabilir bu davranışın: İlki, Cemaat’in, Batı dünyasının AKP’nin üstünü çizdiğini ve AKP’nin çok fazla bir ömrünün kalmadığını düşünmesi, bu sebeple AKP ile girişeceği bir mücadelenin kendisi için çok büyük bir tehdit teşkil etmediğine inanmasıdır. Cemaat’in yayın organlarının editoryal tercihlerinde (“Jihadist Erdoğan”) bu düşüncenin izlerini görmek mümkün. İkincisi ise, Cemaat’in kendisinin ve ilişki ağlarının gücünün, hükümeti alt etmeye yeteceği kanaatine varmış olmasıdır. Cemaat mensuplarının söyleminde, bu kavganın altından kalkacaklarına duydukları bir özgüven var. Ve seçim süreci bu özgüveni yükselten bir etkiye sahip. Zannımca Cemaat kısa vadede bir taraftan yeni dosyaları gündeme sürüp AKP’yi yolsuzluk üzerinden vurmaya devam edecek, diğer taraftan ise CHP’yle ittifak yapıp İstanbul ve Ankara’yı düşürmeye çalışacak. Cemaat’in hasarı Bu plan AKP’nin belini kıracak mı, önümüzdeki günlerde belli olacak. Ama bu kavga, Cemaat üzerinde de çok hasar bıraktı. Birincisi, cemaatin kimliği kolay onarılamayacak bir yara aldı. Cemaat, kendini bütünüyle hizmete adamış bir hareket olarak tanımlamaya özel bir önem atfeder. Zira bu kimlik, cemaat için bir koruyucu kalkandır. Buna göre Cemaat, her türlü siyasi iddianın dışında duran, tamamen hizmete odaklı, gönüllerden teşekkül eden bir yapılanmadır. Başkaca da bir politik hesabı ve gündemi yoktur. Ancak hükümet ile tutuşulan kavga, toplum nezdinde bu “hizmet” söyleminin inandırıcılığını ortadan kaldırdı. Cemaat, artık siyasi bir aktör; hem de hükümetle cansiperane bir iktidar mücadelesine girişmiş bir aktör. “Cemaat” denildiğinde artık, eğitim hizmetleri değil, emniyet ve yargı içindeki örgütlenme akla geliyor. Cemaat kelimesi, “şantaj” ve “kaset” gibi kelimelerle birlikte anılıyor. Bu, “dini” ve “İslami” bir temelden hareket ettiğini belirten bir Cemaat için arzu edilir bir durum olmasa gerek. Cemaat mensupları, böyle bir sonucun doğmasındaki sorumluluklarını gözden geçirmeli. İkincisi, “hoşgörü” iddiasının boşa düşmesidir. Cemaat’in yaptığı en büyük hata, Gülen’in beddualarını içeren videonun yayınlaması oldu. Burada muhtemelen Gülen’in AKP’ye ne kadar kızdığının tabana gösterilmesi hedeflenmişti ama bu video geniş kitleler düzeyinde Cemaat’in algısını çok olumsuz etkiledi. Cemaatin mensupları, daha sonradan bunun beddua değil de “karşılıklı lanetleşme” anlamına gelen “mülâane” olduğunu anlatmaya çabaladılar. Fakat bunun kamuoyunu ikna ettiği söylenemez. Sokaktaki insanın hafızasına kazınan, Gülen’in neredeyse kendinden geçmiş bir şekilde beddualar yağdırması ve onun dinleyenlerin de “âmin” diyerek ona katılmaları oldu. Bu, “hoşgörü” kavramını dilinden düşürmeyen bir din adamı için telafi edilebilir bir yanlış değildi. Bunun yanı sıra Cemaat, hükümetin her beyanına anında cevap yetiştirdi. Cemaat’in yayın organlarında Erdoğan için giderek keskinleşen bir dil kullanıldı. Farklı çağrışımlara açık benzetmelere başvuruldu. Bütün bunlar Cemaat’in hoşgörü üzerinden kurmaya çalıştığı kimliğinin düşmesine, toplumda “sert, hiyerarşik ve gözü kara bir Cemaat” düşüncesin güç kazanmasına sebebiyet verdi. Dokunulmazlığın kaybı Üçüncüsü, Cemaat’in dokunulmazlığını kaybetmesidir. Cemaat, geniş bir tabana dayanmaz, buna karşın emniyet ve yargı içerinde ciddi bir örgütlenmeye sahip. Yani Cemaat’in bir toplumsal gücü bulunmuyor, ama bürokraside kendine bağlı olanlar ve sahip olduğu medya sayesinde dikkate değer bir operasyonel güce sahip. Bu güç bazen abartıldı, memlekette yapılan her operasyon Cemaat’e bağlandı. Cemaat’i saran gizem halesi onun etki alanını artırdı. Öyle ki bilhassa bürokratlar ve işadamları için Cemaat’in toplantılarına katılmak bir zorunluluk halini alıyordu. Cemaat’e dönük eleştiriler ise ya kısık bir sesle dillendiriliyor veya binbir türlü filtreden geçirilerek kamuoyuna yansıtılıyordu. Hükümet ile çatışma, bu hâlin değişmesine neden oldu. Çünkü hükümetin arkasında duran toplumsal kesimler bunu kendilerine dönük bir saldırı olarak değerlendirdiler ve Cemaat’e karşı harekete geçtiler. Hükümet yakın medya, Cemaat’e karşı sözünü esirgemedi. Sosyal medya, Gülen’i ve Cemaat’i hicveden karikatürler ve videolarla doldu taştı. Daha önce Cemaat’e karşı eleştirileri olan ama bunu yüksek perdeden dillendirmeye çekinen gruplar cesaret kazandı ve onlar da Cemaat’e doğrudan yüklenmeye başladılar. Yani kavga ile birlikte Cemaat’i muhafaza eden esrar perdesi yırtıldı, Cemaat’in fiili dokunulmazlığı sona erdi. Dördüncüsü, Cemaat’in şeffaflığa zorlanmasıdır. Sıradan vatandaşlar için ortadaki tablo şöyle: Çatışan iki güç var: Hükümet ve Cemaat. Hükümetin sorumluları, yetkilileri ve sınırları belli. Onunla mücadele etmenin yolları biliniyor. Ama Cemaat’te durum farklı: Cemaat’in gerçek yetkilileri tanınmıyor, hudutları nerde başlar nerde biter bilinmiyor, ona karşı muhalefet etmenin maliyeti önceden kestirilemiyor. Bunun vatandaşlarda büyük bir endişe yaratması normal. Çünkü hükümeti bile zora sokabilecek bir güç, sıradan vatandaşların hayatını zehredebilir. Tanımlanamayan bir güç herkes için büyük bir tehlikedir. Bu durum Cemaat’i bir tercihe zorluyor: Cemaat, eğer siyasi iktidar talebinde bulunacaksa, şeffaflaşmak zorunda. Siyasi yarışa girmeli, halktan yetki almalı ve yapıp ettiklerinin hesabını vermeli. Yok, eğer böyle bir iddiada bulunmayacaksa, o zaman bir sivil toplum yapısının sınırlarına geri çekilmek durumda. Nefret objesi Beşincisi, Cemaat’in yalnızlaşmasıdır. İslami gruplarda ve sivil toplum örgütlerinde öteden beri Cemaat’e yönelik bir hoşnutsuzluk vardı. İki nedeni vardı bu hoşnutsuzluğun: Biri, Cemaat’in özellikle AKP döneminde büyük bir güce erişmesiydi. Diğer İslami gruplar, Cemaat’in bu gücünü kendilerini tasfiye etmek veya etki alanlarını daraltmak için kullanmasından endişe ve şikâyet ediyorlardı. Kendi adıma bunu birçok kez deneyimleme şansım da oldu. Farklı İslami grupların çeşitli toplantılarına katıldım. O toplantılarda Cemaat’e yönelik eleştirilerinin, laik kesimdekinden çok daha sert olduğuna tanıklık ettim. Cemaat’i bir çeşit “nefret objesi” gibiydi. Diğer neden ise, Cemaat’in, geleneksel İslami gruplardan farklı dış politik tercihlerde bulunmasıydı. Cemaat’in dünyanın her yerinde okulları mevcut ve diğer gruplardan farklı olarak birçok ülke ile etkileşim halinde. Cemaat, anti-Amerikancılıktan uzak duruyor, İsrail ile gerilimden haz etmiyor, İran karşıtı bir politika izliyor. Dış politikaya bu yaklaşım, diğer grupların tepkisini çekiyor. Bu husus Cemaat’in İsrail’e karşı tutumu muhafazakârların nefretini üzerine çekiyor. Çatışma, bu nefreti daha görülür bir hale getirdi ve Cemaat bir izolasyona tabi tutuldu. Kürtlerle açılan ara Altıncısı, Cemaat’in Kürt siyasetinin ağırlıklı bir kısmını oluşturan BDP ve PKK ile arasındaki mesafenin daha da açılmasıdır. BDP/PKK, KCK operasyonları ve davalarının Cemaat ile irtibatlı emniyet ve yargı elemanlarınca gerçekleştirildiği ve Cemaat’in devam eden süreci desteklemediği kanaatinde. Söz konusu çatışmanın gerçekte süreci hedeflediği düşüncesi de bu cenahta çok yaygın. Kürt siyasetindeki birçok aktör, Cemaat’in devlet içinde bir paralel yapılanmaya gittiğini, buna göz yumulamayacağını ve bu yapının acilen tasfiye edilmesi gerektiğini belirttiler. Cemaat ise, PKK’ye karşı sert bir tutum içinde. Gülen’in avukatı son açıklamasında PKK’den bahsederken “dünyanın en kanlı terör örgütü” ifadesini kulandı. Bu dilin Cemaat’e kazandıracağı bir şey yok. Genel olarak Cemaat’in Kürtler arasında zaten “kötü” olan bir algısı var; MHP ile örtüşen bu dil bu algıyı daha da kötüleştirir. Cemaat’in bir yandan hükümet diğer yandan da BDP/PKK ile çatışması -yani Kürtlerin oy verdiği her iki yapıyı da karşısına alması- onun için hayırlı bir sonuç doğurmaz. Bu, Cemaat’in kazanabileceği bir çatışma değil.
Serbestiyet, 04.01.2014