15 Temmuz, ABD kontrolündeki Gülenci çetenin öncülüğü üstlendiği ayrıca askeri vesayetin geriletilmesinden rahatsız olanların da çeşitli biçimlerde destek verdiği acımasız bir darbe teşebbüsüydü. AK Parti gitsin de nasıl giderse gitsin diyenlerin varlığı da darbecilerin harekete geçmesini kolaylaştırdı. Darbe başarılı olsaydı ya Gülencilerin hakim olacağı bir diktatörlüğe ya da (daha düşük bir ihtimalle) bu çete ile ona direnebilecek güçler arasında uzun soluklu bir çatışmaya şahit olacaktık.
Her tarihi olay farklı siyasal güçlerce kendi çıkarlarına hizmet edecek bir biçimde okunur ve yorumlanır. 15 Temmuz da bir istisna değil. AKP-MHP koalisyonu özgürlüklerin kısıtlandığı, hak ihlallerinin normalleştiği bir rejimi darbe teşebbüsünü “de” gerekçe göstererek hayata geçirmeye çalıştı, çalışıyor. Ayrıca, 15 Temmuz’un devletleştirilmesi, resmileştirilmesi ve istismar edilmesi riski de söz konusu.
Liberal demokratların 15 Temmuz’un anlam ve önemini takdir edebildiklerini söylemek zor. Tek sebep bu değil ama, hükümetin pervasızca otoriterizme kayışı ve bitmek bilmez hak ihlalleri, savuşturduğumuz büyük felaketin ve ortaya konulan tarihi direnişin anlaşılmasını zorlaştırıyor. Şüphesiz 15 Temmuz öncesinde son derece kusurlu bir demokrasimiz vardı. Darbe teşebbüsü sonrasında durum daha da kötüye gitti. Fakat en sorunlu demokrasinin din soslu acımasız bir diktatörlüğe tercih edilmesi gerektiği de çok açık.
Hülasa, liberal demokratlar 15 Temmuz’u “otoriter” milliyetçi/muhafazakar siyasi güçlere bırakmamalı. O gece darbeye hayatları pahasına direnenler esasen özgürlüklerine, seçme haklarına ve nihai analizde liberal demokrasiye sahip çıktılar. Direnişin hakkını vermek, AKP/MHP koalisyonun otoriter politikalarına destek sağlamak anlamına gelmez. Bu ikisi birbirinden farklıdır ve ayrımın gözden kaçırılması sadece 15 Temmuz istismarcılarına fayda sağlar.
Bu büyük felaketin savuşturulmasında rol oynayan kahramanlara çok şey borçluyuz. Unutmamalı ve unutturmamalıyız.