Travmasını hâlâ atlatamadığımız 15 Temmuz ile ilgili birçok nevi şahsına münhasır sosyal bilimci “gözlem”lerini aktarmaya başladı bile. Bir nevî “katılımlı gözlem” sayılsa da gerçekleştirdikleri, gerçekleşenlere pek katılmadıklarından olsa gerek, o gece olanları anlamaya bir hayli uzaklar. Bir Batılıyı hengamenin ortasına atmış gibi steril yorumlar yapmayı “Avrupaî” olarak algılamanın sonucu olarak da canhıraş sokağa çıkmış insanlara bir adet inceleme birimi muamelesi yapmalarını Jane Goodall görse sanırım benden çok sinirlenirdi. Ben öfkemi daha onlara yöneltmeye karar vermediğim için o gece yaşananların sosyal psikoloji bağlamında ele alınmasını gerçekleştirmekle yetineceğim. Kalanını da anlayabileceklerinden zaten şüpheliyim.
Greenberg, Solomon ve Pyszczynski Dehşet Yönetim Kuramı’nı (Terror Management Theory) 1986 yılında ortaya attığında temel olarak ölümün dehşet verici olduğu gerçeğinin her gün aklımıza gelmediğini temel olarak kabul etmişlerdi. 1997’de revize ettikleri kuramı aslında hepimizin bildiği bir gerçeği içerir. İnsan ölümlüdür. İnsanın ölümlü olduğunu fark etmesi, yani ölümlülüğünün belirgin hale gelmesi kişinin anlık bir dehşet duygusuna kapılmasına sebep olur. Varoluşunun yaşattığı bu dehşetin yüzüne vurması ile kişinin baş etme yolları farklılaşır. Bunlardan en sık kullanılanı ise kişinin, kendisi ölümlü olmasına rağmen ölümsüz olacağını umduğu, dünya görüşüne daha sıkı sıkıya tutunmasıdır. Bu sebeple geleneklerin, kültürün, ideolojilerin ölümlülük gerçeği karşısında insana bir ölümsüzlük sağlaması söz konusudur.
15 Temmuz gecesi havadan ateş eden helikopterler, arabaları ezip geçen tanklar, binaların arasında saklanıp “tek tek insanları sokak arasında vuruyor olabilirler” diyen ve çaresiz olduğu belli olan polisler ölümlü olduğumuzu yeteri kadar belli etmişti. Bu ölümlülüğün belli olmasının karşısında kişilerin kendilerinden sonraya aktarabilecekleri görüşleri o gece haykırmış olmaları, o görüşe sıkı sıkıya bağlı olduklarını göstermeyebilir. Bireyin dehşetle baş edebilmek için tutunabileceği dünya görüşünün o anda ne olduğu da çok önemli olmayabilir. O dehşetle baş etmenin yolu, tekbir getirmek, “ölürüm Türkiyem” söylemek olarak ortaya çıkabilir ve bunun, birçoğunun provokasyonundan farklı olarak, sokağa dökülen kesimin “İslamcı” olmasından daha bağımsız sebepleri olduğunu görmek önemlidir. Kuşkusuz sokağa dökülen insanların hangi görüşte olduğunu yargılama hakkı kimsenin değil. Ancak sahip olduklarını zannedenlerin formülasyonları da bir temele ait değil.
Hayatımda en çok korktuğum gecelerden birini yaşarken ben tekbir getirdim, evet. Benim dinî bir görüşümün olmadığını bilen insanlar bunu incelenmesi gereken bir “vaka” olarak algılayabilirler ama sanırım çok umurumda değil. Hayatım boyunca bayrak ile kurmadığım bağı da o Demokrasi Nöbetleri’nde kurdum ben, evet. Kürtçe “Ölürüm Türkiyem” diye bağıran adamı da gördüm, cep telefonundan sözlerine bakıp “Türkler geliyor”u Mehter ile söyleyen gençleri de gördüm. 16 Temmuz sabahı ne ben İslamcı oldum, ne de tanıdığım insanların bir kısmı daha milliyetçi hâle geldiler.
Geçirdiğimiz süreçte “bize” ait olanları koruduk sadece, hepsi bu. Bize ait olanı ölüm korkusunun yaşattığı dehşet karşısında bağıra bağıra koruduğumuz doğru. Ama yıllarca aynı ülkede yaşamamıza rağmen o gece sokaktaki insanlara “incelenecek vaka” olarak bakanların durumu nedir? İşte onu bilemiyorum.
Bildiğim bir şey var ki, Arda’nın da nöbetlerde dediği gibi, o gece ve sonrasındaki nöbetlerde bayrak da tekbir de liberal bir araç idi.