Gerçekten tarihî günler yaşıyoruz. Arap-İslâm dünyası destan yazıyor. Bütün ezberleri bozuyor.
Despotik rejimler çatırdarken, beraberlerinde on yıllardır inanılan hurafeleri de yıkılıyor. Arap ülkelerinde baskıcı sistemler, öne çıkan bir örgüt-hareket olmaksızın ve şiddet kullanılmaksızın ya tasfiye ediliyor ya da dönüşmeye zorlanıyor. Genelde İslam özelde Arap dünyasının özgürlük ve demokrasiyi talep edecek ve yaşatacak bir kültüre sahip olmadığı yolundaki Batılı oryantalist hurafe tarih tarafından yalanlanıyor. Batı ülkelerinin ikiyüzlülüğü gizlenemez açıklıkta ortaya çıkıyor.
Batılı liderlerin çoğu ikiyüzlü. Yıllarca Arapların demokrat olamayacağına inandılar. Arap ülkelerinde halkların özgürlük ve demokrasi taleplerini görmezden geldiler. “Millî menfaat” dedikleri şeyi ilkelerin ve değerlerin önüne koydular. Despotlarla iş tuttular. Menfaatlerine halel getirmediği sürece despotlara destek verdiler. Arap despotlar da sömürgeci Batı kafasına uygun olarak halklarına koloni muamelesi yaptılar. Kendi ülkelerini adeta işgal altında tuttular. İnsanların diline, dinine, kıyafetine, hayat biçimine müdahale ettiler. İnsan haklarını fütursuzca çiğnediler. Ülkelerini soydular. Petrol zengini olan yerlerde insanların doğal ve sivil haklarını-özgürlüklerini ekonomik çıkar karşılığı satın almaya çalıştılar. İslam’ı iki yolda kullandılar. Batı’ya dönüp, “biz gidersek radikal İslamcılar gelir” diyerek, Batı’nın desteğini aldılar. Kendi halklarına dönüp, iktidarlarını dinî referanslarla meşrulaştırmaya çalıştılar. Şimdi on yıllarca süren bu yerli kolonyalizm devri kapanıyor. Umarım Yasemin Devrimi dalga dalga tüm Arap dünyasını sarar ve bütün diktatörleri yerinden eder.
Arap dünyasında olanlar medyada geniş yer buluyor. Ancak bu arada iki tuhaf tavır da sergileniyor. İlki, Yasemin Devrimi’ne bakıp bizim tek parti dönemimize prim çıkarmak. Diyorlar ki; tek parti dönemi liderleri ve icraatları olmasaydı Türkiye hâlihazırdaki demokrasisine ulaşamazdı. Gerçekten öyle mi? Böyle düşünenlere aceleci olmamalarını tavsiye ederim. İlerde yapılacak çalışmalar yüzlerini kızartabilir. Meselâ, 1925-45 Türkiye’si ile Nasır-Sedat-Mübarek dönemi Mısır’ı karşılaştırılırsa, birbirine çok benzedikleri ortaya çıkabilir. Aslında bunu görmek için akademik çalışmaya bile gerek yok. Sathî gözlemler yeterli. Arap ülkeleri Türkiye’nin 1950’de yaptığını şimdi yaparak, kendi Kemalizmlerinden ve CHP’lerinden kurtulmaya çalışıyor. Oralarda demokrasi getiremeyen diktatörlük, nasıl olup da bizde demokrasi getirmiş olabilir?
İkinci tuhaflık, bazı çevrelerin diktatörlüklere bakışındaki çifte standartlılık. Bunlar Mısır, Tunus, Suriye gibi ülkelerde rejimin aynı zamanda Baas sosyalizmine dayandığını görmezden gelip sosyalizmi her zaman olduğu gibi aklıyorlar. Baskı ve despotizmde Arapların sosyalizm anlayış ve tatbikatının payını gözden kaçırıyorlar. Arap ülkeleri ve Baas sosyalizmi bir tarafa, sosyalizmin daha pür hallerinin yaşayan diktatörlüklerdeki rolünü hiç eleştiri konusu yapmıyorlar.
Neresi mi? Meselâ Küba. Küba’da Mısır, Tunus ve Libya’dakinden daha az suçlu olmayan bir diktatörlük var. Küba’yla ilgili biraz bilgi aktarırsam niye böyle düşündüğümü hemen anlarsınız. Kübalı yazar Yoani Sanchez’in “Freedom and Exchange in Communist Cuba” (google’da arayabilirsiniz) adlı yazısından öğreniyoruz ki, Castro, iktidara gelir gelmez bütün partileri ve sivil toplum kuruluşlarını tasfiye etti. Gazete, radyo ve televizyonları devlet kontrolü altına aldı. Tiyatrolar, galeriler, film yapım şirketleri, kütüphaneler ve fikir ve kanaat üretebilecek hiçbir yer bu akıbetten kaçamadı. Sivil ve politik haklar yok olunca ekonomik haklar da ortadan kalktı. Devrimden sonraki iki yıl içinde bütün önemli fabrikalar, işletmeler ve bankalar gasp edildi. Mart 1968’de “Devrimci Atak” denilen adımla en küçük büfe, dükkân ve işyerleri de sahiplerinden alındı. Ayakkabı boyacılarının boya sandıklarına bile el konuldu. Hedef, toplumda bireyler arasında hiçbir ekonomik ve ticari bağ kalmamasıydı.
Dağıtmak üretmekten kolay olduğu için ilk yıllarda Castro, üretim değil dağıtım yoluyla fakirlerin hayat standartlarını yükseltmeye çalıştı. Ancak bu, uzun vadeli üretimin altyapısını oydu. Dağıtım, umulan refah yükselmesini sağlamadı. Küba, yokluğa sürüklendi. Bunun suçu Amerikan ambargosuna yıkıldı. Ama asıl sorumluluk yeni sistemdeydi. Castro, büyüyen hoşnutsuzluğu kontrol etmek için bir “milli güvenlik” konsepti geliştirdi ve onu halkın egemenliği pahasına uyguladı. Biz Türklerin çok iyi bildiği “ülkemizin içinde bulunduğu bu tarihî dönemin şartları altında” lafı, resmî söylemin değişmez parçası oldu.Küba sosyalizmi, vatandaşları medeni, ailevî ve işle bağlantılı sorumluluklarından kopardı. Bu ülkede bireylerin alabildiği her maddi şey devletin itaati ödüllendirmesine dayanıyor. Kişisel kazancın çalışmayla hiçbir ilgisi yok. Sisteme sadakati sağlamak için, söz gelimi, dayanıklı tüketim mallarının (beyaz eşyanın) dağıtımı bile regüle edilmiş vaziyette. Bu aletlere sadece kitle mitinglerine katılanlara verilen sertifikaları ilgili makamlara sunanlar ulaşabilir. Bir işçinin ne alacağı şartsız ideolojik desteğine, “gönüllü” çalışma saatlerine ve politik olaylara katılmasına bağlıdır. Muhalif görünenler buzdolabı, televizyon, bulaşık makinesi alamazlar. Aynı metot ev ve turistik imkânlar için de geçerlidir.
Küba sosyalizmi ne yazık ki insanlara zulmü bununla sınırlı tutmuyor. Sistem, ateizmi yaymak için ciddi gayret sarf ediyor. İşe girerken muhatap olunan sorulardan biri dinî inançla ilgili. Küba’da fahişelik devlet kontrolünde bir resmî sektör. Eşcinsellerin işten ve evden atılması standart uygulama. Bazı durumlarda bu insanlar köle işgücü olarak izole mekânlarda kullanılmakta. Küba’da sosyalist rejim, diğer komünist ülkelerde olduğu gibi bir yeni insan (“El Hombre Nuevo”) yaratmaya çalışıyor. Bu insanın özelliği özgürlük talep etme kapasitesine sahip olmaması ve kendisine empoze edilen paternalist uygulamalara rıza ve uyum göstermesi ekonomik yapılanma, sanat, propaganda ve ideolojik endoktrinasyon sistematik olarak bu insanı inşa etmek için kullanılmakta. Fidel Castro hiçbir zaman hür ve âdil seçimlerle iktidara gelmedi. Kırk yıl iktidarda kaldı. Son iki üç yılda yetkilerini kardeşi Raul’a devretti. Raul Castro, sistemde hiçbir önemli değişiklik yapmadı. Despotizm sürüyor.
Medyanın ve akademik çevrelerin bazı parçaları niçin Küba’daki despotizmi görmezden geliyor? Eleştiri konusu yapmıyor? Castro’nun Mübarek’ten farkı ne? Castro, Kaddafi’den daha iyi mi? İnsanların hak ve özgürlüklerine daha fazla saygı mı gösterdi? Ne gezer? Hemen her bakımdan daha kötü. Ama arada bir fark var. Castro, sosyalist! Anlaşılan, diktatör sosyalist olunca rejim diktatörlük gibi görünmüyor sosyalistlere. Yahut, daha doğru bir deyişle, sosyalistler, bazılarının “biz diktatörün yerlisini severiz” havasında olmalarına benzer bir “biz diktatörlerin sosyalist olanını severiz” havasındalar.
Zaman-yorum, 04.03.2011