Öncelikle bir şeyi netleştirmek lazım, artık “cemaat” demiyorum çünkü cemaat kelimesini kirleten son dönemde olup bitenlerin bir “cemaat”le alâkası olmadığını düşünüyorum; bizim cemaat derken kasdettiğimiz şeyin içinden bir canavar çıktı, ismi camia mı, paralel yapı mı, otonom yapı mı her neyse, bir cemaat olmadığı artık çok açık. O nedenle ben “otonom yapı” demeyi tercih ediyorum.
AK Parti ve otonom yapı arasında patlak veren kavganın ortaya döktüğü pisliğin haddi hesabı yok, fakat itiraf etmek gerekirse ben bu kavganın memleketin hayrına olduğunu düşünüyorum. Artık mecburen demokratikleşmek ve şeffaflaşmak zorunda kalacağız. Son 12 yılda yapılan demokratikleşmelere bakınca da, bu memlekette demokratikleşmenin böyle bir kaderinin olduğunu görüyoruz maalesef, biraz mecburen oluyor.
Biraz korkudan biraz da “aman Ali Rıza Bey tadımız kaçmasın şimdi” halet-i ruhiyesinden, mevzuya doğrudan dokunan yazılar yazmak istemedim. Dostlukların bittiği, insanların birbirini kırıp döktüğü bir dönem oldu, şimdi görüyorum ki bu da sağlıklı oldu, herkesin kumaşı ortaya döküldü, yıllarca aynı şeyleri söyleyip benzer itirazlar yükselttiğimiz insanlarla meğer ne kadar farklıymışız onu keşfettik, içimizdeki küfürbazları, terbiyesizleri tanıdık, riyakârları, iki değil üç dört yüzlü zombileri fark ettik, takkeler düştü, keller göründü. İyi de oldu.
***
Peki nerden çıktı bu gümbürtü?
Arabada Sırrı Sakık, Sedat Yurttaş ve Hatip Dicle’nin de aralarında bulunduğu bir heyet, Özal’ın isteği ve sadece Özal’ın bilgisi dahilinde, gizlice Suriye’ye doğru giderken yolda Özal’ın öldüğü haberini alıyorlar. Özal heyetten, sonlandırılmak üzere olan ateşkesin devam etmesini istediğini Öcalan’a iletmesini istiyor, bir barış süreci başlatılacak, kapsamlı bir çözüm için kollar sıvanacak. Fakat daha heyet yoldayken gelen ölüm haberi her şeyi suya düşürüyor. Heyet Suriye’ye ulaştığında Öcalan Özal’ın öldürülmüş olabileceğini söylüyor. Ve o meşhur 90’lı yıllar kabusumuz başlıyor.
Kürt meselesinde ilk ve en ciddi girişimin Özal’ın bu hamlesi olduğu söyleniyor, fakat aynı zamanda Özal’ın bir suikasta kurban gitmesinin de nedeni olarak gösteriliyor. Kürt meselesini güvenlikçi kafayla değil “müzakere” ile çözülebileceğini kavrayan ve ilk deneyen Özal’ın buna ömrü vefa etmedi. Özal sonrasında ise olan biten malûm, taa ki 2009 yılında başlayan “Çözüm Süreci”ne kadar “dağdaki son terörist öldürülünceye kadar” devam edecek kanlı yeminler ve retoriklerle mesele halledilmeye çalışıldı. Bu çözüm yönteminin arkasındaki zihniyet “oralara yatırım gitmedi”, “siz insanları eğitmezseniz kimisi eline sigara verir, kimisi uyuşturucu, kimisi de silah verir dağa çıkarır”dan öteye gidemedi. Bu zihniyeti ikinci defa aşan Tayyip Erdoğan oldu.
Otonom yapıyla Erdoğan’ın arası da muhtemelen burada bozuldu. Nitekim Fethullah Beyin BBC röportajını izlediyseniz, meseleye bakış açısının tam da “sungurlar olmasa eline silah verir dağa çıkarır”dan öte olmadığı, vizyonlarının “Tek Türkiye”den daha korkunç, “Şefkat Tepe” senaryoları kadar karanlık olduğunu anladık. Onlarca siyasetçinin, belediye çalışanının ellerine plastik kelepçe vurulup sıraya dizilerek verilen tutuklama fotoğraflarının mahiyetini de anlamış olduk. Erdoğan’ın bu konudaki vizyonunun semeresi ise hâli hazırda süren bir yıllık ölümsüz geçen süre çok net gösteriyor. “Kürtleri adam etmek”ten vazgeçip, “bi oturup konuşalım”a gelen zihniyet sayesinde aldığımız yol inanılmaz.
Buraya nasıl geldik?
Süreç boyunca Erdoğan hükumeti ve Kürt tarafının çeşitli yanlışları oldu ama iki taraf da bu yanlışları değerlendirip, yeniden düşünüp tekrar adım atma konusunda iyi kötü aşama kaydetti. Çünkü iki taraf da sivil ve meşru bir alanda siyaset yapıyor, yaptığı hatanın bedelini ödeyeceğini iyi biliyor. Fakat bir “üçüncü taraf” var ki, süreci iki defa bitme aşamasına getirdi, üçüncüyü zorluyor ve bu yapı diğer ikisine göre ne sivil, ne şeffaf, ne hesap sorulabilir ne de meşru…
Seçim meydanlarında MHP liderinin ip salladığı, Erdoğan’ın da yine meydandan MHP’lilere “Apo’yu neden asmadınız?” diye karşılık verdiği bir dönemde, Oslo’da “Bizzat başbakanın temsilcisi olarak geldim” diyen Hakan Fidan’ın ve PKK’nın üst düzey yöneticilerinin görüşmeleri gerçekleşiyormuş. Bu görüşmelerde başbakanın siyasi kariyerini bırakın, doğrudan hayatını riske ettiği bir dönem olduğunu ancak o görüşmeleri MİT üzerinden Başbakan’ı vatana ihanetle yargılamak isteyen yapının sızdırmasıyla öğrendik.
Süreci bitme noktasına getiren ikinci olay ise İmralı Zabıtları’nın sızdırılması ve Milliyet’in manşetinden yayınlanmasıydı. Bu iki sızıntı da otonom yapının zihniyetince kabul edilemez noktalar taşıyordu ve sızdırılma nedenini sonrasında oluşturulan kamuoyu da doğruluyordu. Zahmet edip takip etmeyen, zihin konforunu koruyanlar maalesef bu iki süreçte ne olup bittiğini pek hatırlamıyorlardır ama 7 Şubat 2012 hamlesi sonrasında Bugün Gazetesi’nin yayınlarını takip etselerdi meselenin ne olduğunu çok açık görebilirlerdi. (bir örnek için bkz: http://gundem.bugun.com.tr/pkk-ile-mitin-oslo-anlasmasi-haberi/183684) Şimdi “vatan haini” kavramının ne kadar korkunç bir şey olduğunu söyleyenlerin o dönemde bu kavramı nasıl manşetlerine çektiklerini filan belki görmediler bile. İki sızıntıdan sonra da üzerinde durulan ve öne çıkarılan en önemli husus “devlet teröristlerle pazarlık yapıyor” ve “Erdoğan Apo’ya taviz veriyor” propagandasıydı. Oslo görüşmelerinden spotlanan şey Hakan Fidan’ın görüşmelere bizzat başbakanı temsilen katıldığı ve Apo için “Sayın Öcalan” nitelemesini kullanmasıydı. İmralı Zabıtları sızıntısındaysa öne çıkan mesaj “AK Parti Apo’ya taviz veriyor” görüntüsüydü. Neyse ki sağduyulu insanları hesap edemediler ve iki sızıntı da ters tepti, tıpkı seri halinde yayınladıkları her tape’den sonra “ya nasıl görmezsiniz hırsızlığı” diye feryat ettikleri gibi bu sızıntılardan da istediklerini elde edemediler.
Arkasındaki uluslararası dengeler, bölgesel çıkarlar, PKK’nın ne olacağı, finansal varlığının geleceği, bir güç dengesi olarak kullanılması vesaire vesaire, her neyse bir kenara bıraktığınızda, sebep her ne olursa olsun temel meselenin Kürt meselesinde gelinen nokta ve Barış Süreci olduğunu görüyoruz. AK Parti ve otonom yapı arasındaki ayrışmada, zurnanın zırt dediği yer burası. Dolayısıyla olan biteni Barış Süreci’nden bağımsız düşünme zihni konforunu seçenleri anlıyorum fakat ciddiye almıyorum. Tarih de anlayacak fakat ciddiye almayacak.