Türkiye’deki yüzde 10’luk seçim barajı yıllardır tartışılıyor. Meclis’in “temsil” gücünü azalttığı ve dolayısıyla demokrasi kalitemizi düşürdüğü söyleniyor. Ben de, işin “siyasi istikrar” yönüne önem versem de, bu eleştirilerde haklılık payı görüyorum.
Gelgelelim, Türkiye’de yüzde 10’u altıya katlayan korkunç bir baraj daha var ki, nedense kimse pek bahsetmiyor bundan. Oysa ben, Türkiye kadınlarının en az yüzde 60’lık bir kesimini oluşturan “başörtülüler”i Meclis’ten dışlayan bu bağnaz, ayrımcı ve İslamofobik yasağın artık yıkılması gerektiği inancındayım.
Malum, bu yasağı delmeye çalışan tek bir milletvekili oldu bugüne dek: 1999 yılında dönemin Fazilet Partisi’nden seçilip de Meclis’e giren Merve Kavakçı. Ancak genel kurula adım atmasıyla birlikte, orada kendisine pusu kurmuş olan laiklik militanlarının nefret dolu çığlıklarıyla karşılaştı. Merve hanıma “dışarı, dışarı” diye bağıran gözü dönmüş güruh, sadece onun değil, onun gibi yaşayan milyonlarca kadının “seçilme hakkı”na saldırdı.
Başka bir çok yönünü takdir ettiğim merhum Bülent Ecevit’in o gün Meclis’te yankılanan vahim sözleri hala aklımda: “Bu hanıma haddini bildirin!”
Bu, kuşkusuz, Ecevit’in icadı değil, Cumhuriyet rejimine damgasını vurmuş olan otoriter zihniyetin dışavurumuydu. Buna göre devletin “ideal vatandaş” formatına uymayan herkes, “haddi bildirilmesi” gereken muzır yaratıklardı.
Oysa, bana sorarsanız, Türkiye Cumhuriyeti’nde “haddi bildirilmesi” gereken bir numaralı aktör, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisidir. Devlet, haddini bilmelidir ki, vatandaşlarının ne giyeceğine, ne dili konuşacağına ve nasıl yaşayacağına karışmasın. Otursun yerinde, efendi efendi, demokratik mekanizmalarla belirlenecek sınırlı “ hizmet”lerini yapsın. Bizim vergilerimizle bizim tepemize çıkmasın.
Devletin haddini bilmesi gereken alanların başında ise, “laiklik” adı altında yürütegeldiği ayrımcı ve dayatmacı baskılar gelir. Vatandaşlar için “laik yaşam biçimi” diye cendere belirlenmiş, buna sığmayanlar da saygısızca aşağılamış ve ikinci sınıf vatandaş kılınmıştır.
Bu deli gömleğini yırtan “Yeni Türkiye”de ise bu eski ayrımcılıklar süremez. Başörtülü vatandaşların, başka herkes gibi; okulda ve üniversitede okumaları; kamu kurumlarında çalışmaları; öğretmen, hakim, vali, bakan veya başbakan olmalarının yolu açılmalıdır.
Merve Kavakçı’ya yapılan haksızlığın mekanı olan Büyük Millet Meclisi de, hiç kuşkusuz, “türbanlılar”a açılmalı, bu kadınların onyılllardır gasp edilmiş olan “seçilme hakkı” teslim edilmelidir.
İşte bu nedenle, Buluşan Kadınlar Platformu’nun başlattığı, “Başörtülü Aday Yoksa Oy da Yok” kampanyasını destekliyorum. (Kendi adıma, başörtülü aday yoksa da, oy vereceğim partiye yine vereceğim herhalde. Ama bu kampanyanın niyetini ve amacını benimsiyorum.)
Muhafazakarlar, hatta bizzat başörtülüler arasında bu kampanyaya mesafeli duran, çünkü bunun bir “provokasyon” üreteceğini, hatta yeni bir “kapatma davası”na yol açabileceğini düşünenler var. Ben ise hem bu “içselleştirilmiş korku”yu aşmak gerektiği, hem de bu pozisyonun temelindeki “uzlaşı” ihtiyacının yanlış yönde arandığı inancındayım.
“Endişeli modernler”in evhamları, önemsenmesi gereken bir realite olabilir. Ama bunu gidermenin yolu, muhafazakarların haklarından geri adım atmak değil, muhafazakar cenahta da ortaya çıkabilen otoriter eğilimlere dur demektir.
Yani, son ayların sembolleriyle konuşursak, şöyle de denebilir: Başörtülüler Meclise girsin. Ama “içki yasağı” filan olmasın. “Ucube heykel”ler de durduğu yerde dursun!..
Star, 30.03.2011