Son zamanlarda sıkça duyuyoruz ‘yeni Türkiye’ sözünü. Değişimi anlatmanın yollarından biri bu niteleme. Mevcut durumu ‘geçmiş’le karşılaştırdığımızda bu ülkede ‘yeni’ bir şeylerin olduğunu görmemek mümkün değil.
‘Yeni Türkiye’yi geçen cuma günü Washington’da uluslararası bir konferansta tartıştık. Insight Turkey dergisi ile SETA DC’nin ortaklaşa düzenlediği toplantıda ortak birçok kişinin paylaştığı gözlem; Türkiye’nin ‘eski Türkiye’ olmadığı.
Eski Türkiye’yi biliyoruz; halkın devlet için var olduğunu, devletin sahiplerinin de Kemalist sivil-asker bürokrasi olduğunu sananların yönettiği bir Türkiye idi. İnsanların kimliklerinin bastırıldığı, ülkenin enerjisinin halkı tektipleştirmek, resmi ideolojiye ve devlet elitlerine ram etmek için harcandığı bir ülke.
Suni korkularla halkın kontrol edildiği, otoriter yönetimin meşrulaştırıldığı ‘eski’ dönemin ayrıcalıklı sınıfları kendilerinde doğuştan ülkeyi yönetme hakkı görür, işler denetimlerinden çıktıkça da ‘darbe’ yaparlardı. O günlerde ‘tankları sokağa salmak’ çok kolaydı. Komutanlar orduyu değil, ülkeyi yönetmek peşindeydiler. Karşısına çıkan başbakanı asmış, siyasi partileri kapatmış, milyonlarca insanın hayatını karartmışlardı. Vesayet altına aldıkları halkı ve ülkeyi yönetmeye devam edecekleri anayasalar da yaptılar tabii.
Eski Türkiye’de her şey olduğu gibi ekonomi de devletten, yani Kemalist sivil-asker bürokrasiden sorulurdu. Sorumsuz ve rakipsiz, istedikleri gibi dağıtırlardı memleketin kaynaklarını. İstanbul sermayesi ve ‘yerli burjuvazi’ pay kaptığı sürece memnundu bu işten.
Halkı uyandırmamak, otoriter yönetimlerini kalıcı kılmak için ülkeyi dışa da kapatmışlardı. Etraftaki herkes düşmandı zaten. Sadece çevremizde değildi düşman, içimizdeydi; çünkü farklı olan her şey ve herkes düşmandı. Eski Türkiye bir ‘korku cumhuriyeti’ydi.
Önce 1980’lerde ‘Özal devrimi’ kırdı halkın zincirlerini, ülkeyi dünya ile buluşturdu; değişimin ekonomik ve sosyal temellerini attı, ‘yeni Türkiye’ye giden süreci başlattı. Artık tabandan tavana değişim baskısının geldiği, tabanın, yani devlet seçkinlerinin bu ‘ilerici’ talepler karşısında statükoyu savunmak adına iyice ‘gerici’ konuma düştüğü, meşruiyetlerini ve inanırlıklarını kaybettikleri günler gelmişti. Devleti dizginledi Özal; askerî tören kıtasını şortuyla selamladığı an bir tabuyu yıkmıştı.
1999 sonrası AB üyelik süreciyle de statüko iyice ‘kıskaca’ alındı. Yerel ve küresel güçler karşısında direnemeyen eski Türkiye’nin telaşını görüyoruz son on yıldır.
‘Eski’ imtiyazlıları hesaba çekmenin yolunun daha fazla demokrasi, daha derin bir hukuk devleti ve daha geniş özgürlükler olduğunu anlayan geniş kesimler yeni Türkiye’nin kurucuları. Her yerdeler; siyasette, iş hayatında, medyada, sivil toplumda…
Bu aktörlerin kim olduklarını, ne istediklerini anlamak önemli. Bunu çözenler ayakta kalacak çünkü. Bazıları anlamamakta direniyor olup bitenleri. Biz ‘yeni Türkiye’ dedikçe onlar, bunu AK Parti’nin Türkiye’si sanıyorlar. Oysa AK Parti aysbergin sadece tepesi, siyasi temsil kurumu. ‘Yeni Türkiye’nin aktörleri, talepleri, değerleri ve de gücü asıl toplumun derinlerinde.
İşte bu ‘derin halk gücü’ ile demokrasi tahkim ediliyor, ordu sivil denetim altına alınıyor, ekonomi büyüyor, Türkiye’nin bölgesel ve küresel etkinliği artıyor. Yıllarca içe kapanan, enerjisi içerde tüketilen ülke adeta dışa doğru ‘patlıyor’.
Eski Türkiye’yi bırakmak istemeyenler de var; siyasette, ekonomide, fikir hayatında serbest rekabetten korkanlar ‘eski’den vazgeçmek niyetinde değiller. Rakiplerinin devlet seçkinleri tarafından bastırıldığı eski günleri arıyorlar. Haksız da değiller; ancak eşitlik, adalet ve özgürlük taleplerini durdurmanın ne etik ne siyasal zemini var artık.
Kaçış yok; yeni bir Türkiye doğuyor ve bu ‘post-Kemalist’ bir Türkiye; yani siyasette demokrasinin, ekonomide piyasa ekonomisinin yerleştiği, dışa açık ve çoğulcu bir açık toplum modeli. Ve bu devleti ‘halk’ kuruyor; halka göre ve halk için olacak ‘yeni Türkiye’nin devleti…
Zaman, 07.12.2010