Türkiye’de son birkaç yıldır yeni bir siyasî partinin siyasî hayatta yer alması yönünde çabalar ve bu konuya ilişkin tartışmalar sürüp gitmektedir. 23 Haziran 2019 günü yapılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimleri öncesinde ve sonrasında bu tartışmalar daha da yoğunlaşmıştır.
Önceleri yeni bir siyasî partinin kurulmasına yönelik çalışmalar hakkındaki bilgiler kamuoyuna “fiskoslar” yoluyla yayılıyordu. Artık bu yöndeki çalışmalar içerisinde olanların kimlikleri ve çabaları, “fiskos”un ötesinde, somut verilerle daha belirgin hale geldi. Şu günlerde kurulması tasarlanan parti(ler)in baş aktörleri kamuoyunca bilinen kişilerdir. Önceleri, tek partinin kurulması tasarlanmakta idi. Zaman içinde, iki hareketin olduğu gözlemlendi. Bunlardan birisi, geçmiş yıllarda AK Parti hükümetlerinde Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık görevlerini yürütmüş olan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ve ekibi, diğeri de yine geçmiş yıllarda AK Parti hükümetlerinde bir dönem ekonominin patronluğunu yapan, Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı görevlerinde de bulunan Ali Babacan ve ekibidir. Bu gruplardan Ali Babacan ekibi, geçmiş yıllarda AK Parti iktidarları döneminde Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı görevleri yapan Abdullah Gül tarafından da desteklenmektedir.
Anayasa ve kanunlara göre, siyasî partilere üye olma yeterliğine sahip en az 30 Türk vatandaşının, Siyasî Partiler Kanununda belirtilen (md. 8/4) evrakları İçişleri Bakanlığı’na teslim etmesiyle birlikte siyasî partiler kurulabilir. Burada önemli olan husus, siyasî partilerin, kurulması noktasında değil, başarılı olup olmayacakları noktasında düğümlenmektedir. Bu vesileyle, yeni kurulacak partilerin, İyi Parti gibi ya da daha az oy alan bir parti mi olacakları, yoksa siyasî iktidar yarışında yer mi alacakları ihtimali burada önem arz etmektedir.
Şayet yeni kurulacak siyasî partilerle, İyi Parti gibi ya da çok daha az oy almaları amaçlanıyorsa, bu durumda, siyasî hayatın daha da parçalı hale geleceği söylenebilir. Hiçbir demokratik hükümet sisteminde, çok sayıda siyasî partiden oluşan “çok parçalı siyasî hayat” arzu edilen bir durum değildir. Bunun en bariz misallerine, geçmiş yıllarda parlamenter sistemin uygulandığı Türkiye’de ve İtalya’da rastlanmıştır. Başkanlık sisteminin tatbik edildiği Brezilya ve Güney Kore’de de benzer yöndeki olumsuz uygulamalar yaşanmıştır.
Siyasî hayatın parçalara bölünmesi neticesinde, hem Başkan’ın seçilebilmesi için %50+1’in sağlanması güçleşmekte, bunun sağlanabilmesi için muhtemelen çok sayıda siyasî patinin ittifak kurması gerekmekte, hem çok sayıda partiden oluşan muhalefetin kendi içinde anlaşamamaları sebebiyle yasamanın zayıflaması olgusu muhtemel hale gelmekte, hem de bölünmüş hükümetler döneminde muhalefetin kendi aralarında anlaşamamaları, yasamanın kilitlenmesi ihtimalini artırabilmektedir. Bu son durumda, Başkan’ın eğilimindeki siyasî parti azınlıkta kaldığı için, Başkan’ın çıkarılmasını istediği kanunların çıkarılamaması, muhalefetin de kendi aralarında anlaşamamaları halinde de, onların istedikleri kanunların çıkarılamaması ihtimali söz konusu olabilecektir. Bu vesileyle, sırf Sayın Cumhurbaşkanı’na ve AK Partiye inat olsun diye, küçük olsun bizim olsun mantığıyla partileri kurmanın siyasî hayata olumlu katkılar sağlayacağı söylenemez. Bu vesileyledir ki, bazı istisnaî uygulamalar hariç tutulacak olursa, bütün hükümet sistemlerinde başarılı ve istikrarlı yönetimlerin kurulabilmesi büyük ölçüde siyasî partilerin az olmasına bağlıdır. Geçmiş siyasî tecrübeler, bu gerçekliğin, Türkiye için çok daha geçerli olduğunu göstermektedir.
Gelelim kurulacak partilerin iktidara alternatif olması meselesine. Burada, öncelikle toplumda buna müsait bir siyasî zeminin mevcut olup olmaması meselesi önem arz etmektedir. Önce siyasî bir tespit olarak şu belirlemeyi yapmak isterim.
“Türkiye’de mevcut olan ve uzun yıllar faaliyet göstererek iktidara alternatif olabilecek düzeyde çekirdek tabana sahip olan partilerin, ciddi bir siyasî boşluk olmaksızın devre dışı bırakılarak yerlerine yeni siyasî partilerin ikame edilebilme şansları bulunmamaktadır. Bunun siyasî tarihimizde çok sayıda misalleri mevcuttur”.
Mesela 1946’da kurulan Demokrat Parti, büyük bir siyasî boşluğu doldurmak üzere kuruldu. 1946-1960 arası dönemde bu partiden ayrılanlar tarafından kurulan çok sayıda siyasî parti büyük ölçüde tabela partisi olarak faaliyet yürütmenin ötesine geçemediler. Nitekim bu gerçeklik sebebiyledir ki, Merhum Osman Bölükbaşı, karizmatik bir şahsiyete sahip olduğu halde, Demokrat Parti’den 3 Ekim 1947’de ayrıldıktan sonra, 1948’de Millet Partisini kurarak siyasî faaliyetlerini sürdürürken, kendisine yeterince oy verilmemesini şu tarihî ve esprili sözlerle ifade eder: “Alkışlar bize oylar Demokrat Partiye”. Benzer söylemleri 1961 senesi sonrasında “Alkışlar bize Oylar Adalet Partisine” şeklinde tekrarlamıştır.
Benzer şekilde, Adalet Partisi, 1961 yılında, Demokrat Parti’nin kapatılması ile ortaya çıkan büyük siyasî boşluğu doldurmak üzere kuruldu ve başarılı da oldu. Rahmetli Turgut Özal’ın kurucu Genel Başkanı olduğu Anavatan Partisi de, 16 Ekim 1981 tarihinde bütün partilerin kapatılması sebebiyle ortaya çıkan siyasî boşluğu doldurmak üzere kuruldu ve bir süre başarılı da oldu. AK Parti’nin ortaya çıkışı da, 2001 ekonomik krizinin ortaya çıkardığı büyük siyasî boşluk zemininde mümkün oldu. Burada sözünü ettiğim partiler zamanında, bu partilerden ayrılıp da kurulan hiçbir siyasî parti, iktidar yarışında başarılı olamadılar.
Burada, siyasî iktidara alternatif olabilecek düzeyde büyük bir partinin kurularak istikrarlı bir şekilde başarılı olabilmesi için lüzumlu olan bir siyasî boşluğun mevcut olup olmadığı meselesine gelince. Bu konuda, OPTİMAR Araştırma Şirketi tarafından yakın zamanda yapılan araştırma sonuçlarına kısaca temas etmek istiyorum.
Türkiye genelinde 26 ilde yüz yüze görüşme yöntemiyle yapılan araştırmada, cevabı aranan sorulardan biri şudur: “Sizce ülkemizde yeni bir siyasi partiye ihtiyaç var mı?” Bu soru, ankete katılanlara 4 farklı dönemde (Ekim 2017, Şubat 2018, Mayıs 2019 ve Temmuz 2019) soruldu. Bu soruya olumlu cevap verenlerin oranı, Ekim 2017’de %32,5, Şubat 2019’da %34,6, Mayıs 2019’da %7,7, Temmuz 2019’da %17,7 olmuştur.
Bu oranlar esas alındığında, siyasî boşluğun boyutunun, konjonktürel şartlara bağlı olarak, değişkenlik arz ettiği görülmektedir. Böyle bir boşluğun mevcut olması, her hâlükârda bu oranlara tekabül eden oranda seçmenlerin yeni partilere oy verecekleri manasına gelmez. Her ne kadar, dönemsel olarak iktidardaki partiye ya da diğer partilere kızgınlıklar, küskünlükler ortaya çıksa da, bunun süreklilik arz ettiği söylenemez. Bu oran, Şubat 2019’da %34,6 iken, Mayıs 2019’da %7,7’ye gerilemiş, 23 Haziran’da yapılan İstanbul Büyük Şehir Belediye başkanlığı seçimlerinden sonra Temmuz 2019’da yapılan ankette %17,7’ye çıkmıştır. Bu durumda, yeni güçlü siyasî partinin kurulmasını işaret edecek istikrarlı ve kapsamlı bir siyasî boşluğun mevcut olduğu söylenemez.
Bu vesileyle, 2001 Ekonomik kriz gibi ciddî ve istikrarlı bir siyasî boşluk ortaya çıkmadıkça, yeni kurulacak siyasî partilerin iktidara alternatif olabilecek büyüklükte olabilme şansları mevcut değildir. Böyle partilerin kurulması halinde, bu partiler, mevcut iktidarın başarı derecesine göre, konjonktürel şartlara bağlı olarak, kısa ve orta vadede ya birkaç puan büyüyebilirler, ya da küçülebilirler. Ama bunların uzun vadede, başarı şansılarının mevcut olduğu kanaatinde değilim. Aksi yönde yapılacak siyasî hesapların, buradaki gerçekliklerle uyumlu olduğu söylenemez. Bu gerçeklik bilindiği için de, adı geçen grupların, partileşme konusunda çok aceleci olmadıkları, iktidara alternatif olabilecek büyüklükte yeni partilerin kurulması için lüzumlu şartların olgunlaşmasını sağlayacak boyutta bir siyasî boşluğun doğmasını bekledikleri söylenebilir. Bu şartlar gerçekleşmediği takdirde, ya bu çabaları gerçekleştirenler hiçbir zaman partileşemeyecekler, bunu göze alamayacaklar ya da kursalar da başarısızlığa mahkûm olacaklar, bir müddet sonra unutulup gideceklerdir.
* Kırıkkale Üniversitesi Dr. Öğretim Üyesi