Güzel bir gündü dün; PKK beklenen açıklamasını nihayet yaptı ve “savaşa mola” verdi. Türkiye’nin bir süredir ağır aksak, iki ileri bir geri devam eden barış çabalarının, bundan böyle, daha kuvvetli bir iradeyle, daha kararlı adımlar atılarak, daha kapsayıcı bir süreçte devam etmesi için çok önemli bir fırsat bu.
Çocuğu dağda ya da askerde olan Türk ve Kürt ana babalar, Kandil’den gelen açıklama sayesinde, uzun zamandır belki de ilk rahat nefeslerini aldılar dün. Zira PKK’nın Ankara’ya duyduğu güvensizlik nedeniyle epeydir sürüncemede kalan, ancak örgütle devlet arasındaki diyalogda ifade edilmiş bazı beklentilerin karşılanması üzerine resmiyet kazanan bu “mola,” her şeyden önce, bu kış “daha az öleceğimiz” anlamına geliyor. Örgütün, 2011 genel seçimlerine dek eylemsizlik kararı aldığını duyururken seçtiği ifadeler de, doğrusu, bizim sürmanşete yazdığımız “Çocuklarımız ölmeyecek” cümlesindeki güveni besleyen bir netlik taşıyor: “Bu süreç boyunca gerilla güçlerimiz herhangi bir askerî eylem yapmayacaktır. Tüm güçlerimiz buna kesin bir biçimde uyacaktır.”
PKK’nın, ayrıca, Taksim’de pazar günü gerçekleşen canlı bomba saldırısıyla ilgisi olmadığını da yine net ifadelerle duyurmuş olması önemli: “Ne hareketimizin yönetimi ne de bize bağlı herhangi bir birimin böyle bir eylem ve planlaması asla söz konusu değildir.”
Bu açıklamayla PKK, doğru olanı yapmış; bir süredir devam eden barış çabasını ciddiye aldığını, bu çabanın önünü kesmek istemediğini ve ilerleyebilmesi için üzerine düşen yükümlülüğü anladığını göstermiştir.
Şimdi sıra devlette… Sıra hükümette…
Ve, daha da özel olarak, sıra Başbakan’da.
Erdoğan’ın, “1 Kasım 2010” gününü bir kenara not etmesinde yarar var; zira kendisinin tarihe nasıl geçeceğinin, yıllar sonra, çocuklarımızın, torunlarımızın “Recep Tayyip Erdoğan” dendiğinde neler düşüneceğinin hikâyesi bence asıl dünden itibaren yazılacak. Türkiye’yi yaklaşık sekiz yıldır yöneten, seçim üzerine seçim kazanan, bazı önemli reformlara ve nispeten başarılı bir iktisadi performansa imza atan bir siyaset adamının, düne kadar yaptıklarından ziyade, dünden itibaren yapacaklarıyla tarihe geçeceğini yazmam tuhaf gelebilir belki. 1 Kasım 2010’un, Erdoğan için “geç bir milat” olduğunu düşünebilirsiniz.
Ben öyle düşünmüyorum. Ne 28 Şubat darbesi, ne 27 Nisan muhtırası, ne 12 Eylül referandumu… Bence, Erdoğan’ın siyasi hayatının en büyük sınavı dün başladı.
Erdoğan, eğer gereğini yapar, Türkiye’nin en büyük sorununu çözebilecek niyete, iradeye, kuvvete ve beceriye sahip olduğunu ortaya koyabilirse, 1 Kasım 2010, “PKK’nın savaşa sekiz ay mola verdiği gün” olarak kalmaz; “Türkiye’de barışın başlangıcı” olarak da tarihe geçebilir.
Bunun zor olduğunu biliyorum. Ama bunun mümkün olduğunu da biliyorum. Eğer Ankara,PKK’nın “savaşa mola” vermesi sayesinde kazandığı sekiz ay zarfında, bu ülkenin Kürt vatandaşlarının eşitliğini, saygınlığını, haklarını ve özgürlüklerini güvenceye alacak adımları atmaya başlarsa, bu topraklara gerçek bir barışın gelmesi hiç de imkânsız değil. İş, sivil ve asker bürokrasisiyle Ankara’yı gerektiği gibi yönetebilecek; barış için şart olan anayasal, siyasi, adli, kültürel, iktisadi adımların hayata geçirilmesine önderlik edebilecek bir siyasi liderin olup olmadığında düğümlenecek.
Erdoğan, “o lider” olabilecek mi? Türkiye’de de, dünyanın herhangi bir yerinde de herhangi bir siyaset adamı için kolay bir görev değil, Erdoğan’ı bekleyen… Ama sekiz yıla yaklaşan başbakanlığı; “gerçek iktidar” olduklarını, seçilmiş hükümetlere hissettirmeye alışkın olan vesayet kurumlarıyla girdiği kavgayı kaybetmemiş olması; ve tabii, sekiz yıla ve bu kavgaya rağmen, hâlâ kuvvetli bir halk desteğine sahip olması, daha yedi hafta önce, hem de “Devlet Öcalan’la konuşuyor” açıklamalarının eşiğinde gittiği sandıktan, yüzde 58’e varan bir “potansiyel” siyasi destekle çıkması, Erdoğan’ın bu zor görevdeki en büyük kudretidir. Ayrıca, aksi yöndeki muhtelif rivayete rağmen, Türkiye’nin dünyaya eklemlendiği ana kanallar ve kurumların, bugün bu topraklarda barışın sağlanmasından ve demokrasiden yana olması da, Erdoğan’ın şansıdır.
Esasen, dünya konjonktürü, bölgesel dengeler, Türkiye’nin toplumsal olgunlaşması, Kürt siyasi hareketinin tereddütlü ve kırılgan da olsa “barış” yanlısı bir söylemi giderek daha fazla benimsemesi ve, evet, AKP hükümetinin ağır aksak da olsa sürdürdüğü siyasi reform ve açılım çabası, bugün Erdoğan’ı çok özel bir konuma getirdi; bu ülkenin başbakanı olarak onun önüne çok önemli bir fırsat koydu.
Erdoğan kendi başına “barış” yapamaz ama isterse, niyeti ve nefesi yeterse, barışı istemeyenlerin karşısında dikilip, barışı isteyenlerle işbirliği halinde, barışın demokratik temellerini atacak siyasi kararları alıp uygulayabilir. Kandil’den yapılan açıklamada dile getirilen beş koşul, bugüne dek dünyanın çeşitli yerlerinde, bizdekine benzer uzun ve kanlı savaşları bitirmeyi başarmış olan siyasi liderlerin karşılaştıkları şartlarla kıyaslandığında, hayata geçirilmesi hiç de zor olmayan bir içeriğe sahip.
Erdoğan, başta 2011 seçimleri sonrası için sözünü verdiği yeni anayasada, vatandaşlık tanımının ve anadil hakkının nasıl düzenleneceği, o anayasanın Kürtlerin de kendilerini “cumhuriyetin birinci sınıf vatandaşı” olarak hissetmesini nasıl sağlayacağı meselesi olmak üzere, demokratik açılımı genişletme yönünde şimdiden bir tartışma, bir yoklama dönemi başlatmalıdır. Seçim barajının düşürülmesinden, Öcalan’la diyalogun daha verimli kılınmasına; yargılanan belediye başkanlarının tahliyesinden, vekillikleri düşürülen Kürtlerin yeniden Meclis’e kabul edilmesine kadar kimi çok kolay, kimi belki biraz daha zor ama hiçbiri imkânsız olmayan, hiçbiri “barış” için ağır bir bedel niteliği taşımayan bir dizi adım da, yine kuşkusuz sadece Başbakan’ın değil ama öncelikle onun iradesine bağlı olarak atılmayı bekliyor. Erdoğan ya siyasi hesaplarını tarihe “barışın başbakanı” olarak geçmek üzere yapıp bu adımları atacak ya da Türkiye’nin önündeki fırsatı heba edecek, savaşı bitirebilecekken, bunun gereklerini yapmak yerine, çok daha küçük hesaplarla oyalanacak ve bu ülkede “barışın başbakanı” olmayı becerememiş nice siyasetçiden biri olarak hatırlanacak.
Taraf, 02.11.2010