Bu ülkenin bir kurucu felsefesi var. Devleti kuran kadro, ağırlık olarak asker ve sivil bürokratlardan oluşuyor. Bu kadro, siyaset kurumuna hep mesafeli bakmış.
Siyasetçilerin ülkeyi yönetmeye başladığı günden bugüne kadar da bu kadronun gözleri, hep siyasetçilerin üzerinde olmuş. Ülkenin rotasının şaştığını düşündükleri anda da siyasete müdahale etmiş. Ve bu hiç değişmemiş.
Bu müdahalelerden biri de bilindiği gibi 27 Nisan 2007 tarihli. Sorun, kurucu kadro zihniyetinin istemediği bir cumhurbaşkanının seçilmesi ihtimali. Dönemin hükümeti, bu bildiriye bir açıklamayla cevap vermiş, askerin yerinin ne olduğunu hatırlatmış.
Bu tarz siyasî çıkışlar, alışık olmadığımız bir şey. Türkiye, bu açıdan, değişiyor ve dönüşüyor. Asker artık, sadece askerlik hizmetini yapacak hale gelsin isteniyor. Bunun için küçük bazı değişikliklerin olduğu da görülüyor. Ama askeri vesayet, bu sistemin hemen her alanında karşımıza çıkıyor.
Bunun için tamamıyla sivil bir zihniyetle yapılmış bir anayasaya ve bu anayasa dayalı olarak bütün bir mevzuatın gözden geçirilmesine duyulan ihtiyaç her geçen gün artıyor.
***
Geçen hafta, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, diğer bütün bayramlar gibi, yurdun her yerinde törenlerle kutlandı. Bazı şeyler hiç değişmedi. Oysa yaşadığımız değişim süreci, bayramlarımızı da gözden geçirmemizi gerektiriyor. Zira bayramlar, askerî vesayetin simgesel olarak gözümüze sokulduğu seremoniler olmaya devam ediyor.
Şöyle ki:
Bir, devlet büyüklerinin katıldığı törenlerdeki soğukluk azalmıyor. Gerçi bu yıl, Çankaya Köşkü’ndeki törenlerde bir gencin gözyaşları bu soğuk havayı biraz olsun dağıtmışa benziyor. Ama genel tabloda bir değişiklik yok.
Bunun anlaşılabilir bir sebebi var: Devlet ciddiyeti. Bizde devlet, hep ciddidir, devlet işlerinde lâubaliliğe yer yoktur. Devlet adamı da bu ideal tipe uygun davranmak zorundadır; örneğin gülmek, bu ciddiyetle bağdaşır bir şey değildir.
(Bu arada, “devlet adamı” ifadesi de sorunlu. Birincisi, devlet adamı, genellikle siyaset dışı, daha çok bürokratik vesayeti meşrulaştıran bir kavramdır. İkincisi de devlet adamı kavramının, devlet adamlığının “erkek” olmakla mümkün olduğunu ima eden bir tarafı var.)
İki, en küçük ilçelere kadar her idarî birimde törenler düzenlendi. Bu törenler için gençler, haftalarca hazırlık yaptı. Bu gençlerin bu süre içinde eğitim öğretim faaliyetlerinden uzak olmasının önemli olmadığı kabulü var. Zira bizatihi tören, eğitimden daha önemli görülmektedir.
Peki, törenlerin esası nedir? Şekil. Askerî nizamda yürüyebilme, izleyicilerin oturdukların yerin karşısındaki tribünlerde oturan öğrencilerin yine askerî nizam içinde aldıkları komutlarla bazı “veciz” sözleri izleyicilere hatırlatması filan. Yani “asker millet” olmanın yansımaları, kısaca. Her bayramda bütün dünyaya nasıl asker millet olduğumuzu bir kez daha göstermiş oluyoruz.
(Bu çerçevede bir çelişkiye de dikkat çekmek gerekir: Askerliği erkek egemen bir ritüele dönüştüren bir sistem, hangi mantıkla kızları askerî nizamda yürütür, anlayabilmek zor.)
Üç, bu törenlerde bazı tuhaf durumlarla, söz gelişi, hava muhalefetine rağmen çocukların tören alanında tutulmaya devam edildiği örneklerle karşılaşılır. Bu bayramda da oldu mu, bilmiyorum. Örneğin, tören, çocukların soğuktan titremesine rağmen devam eder? Bir çocuğun gözyaşından daha kıymetli ne olabilir? Veya hangi sevinç, çocukların gözyaşı üzerine inşa edilebilir?
Daha da tuhaf olanı, protokol görevlileri bu tür durumlarda genellikle korunaklı bir alanda bulunur, keyifle töreni izlemeye devam eder. Sıkça tekrar edildiği gibi “devlet adamı” olmak zordur, herkes olamaz. Belki de bunun için bu manzaranın mahiyetini anlayamıyoruz.
Dört, bayram törenleri, protokoldeki asker egemen yapıyı gözlerimizin içine sokuyor. Hafızanızı bir yoklayın. Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı; önde yürüyor. Hemen arkasında Recep Tayyip Erdoğan, başbakan; sağ tarafında Kemal Kılıçdaroğlu, ana muhalefet partisi lideri; sol tarafında Genelkurmay Başkanı, onun da solunda Anayasa Mahkemesi Başkanı. Arka sırada ise bakanlar var: Cemil Çiçek, Taner Yıldız ve diğerleri.
27 Nisan 2007. Askerinde verdiği muhtıraya karşı duran bir hükümet ve onun düşüncelerini kamuoyuna aktaran hükümet sözcüsü Cemil Çiçek. Bu hükümete muhtıra veren ve onu internet sitesinde tutan bir kurumun temsilcisi önde, ona muhtıra veren hükümetin bakanı da arkada: Bu bir çelişki değil mi?
Ayrıca, her il ve ilçede resmi törenler düzenleniyor. İllerdeki törenlerde ortada vali, sağında oranın garnizon komutanı, solunda da belediye başkanı. Halkın göreve gelmesinde müdahil olduğu kişi protokolde üçüncü sırada. Diğer ikisi bürokrat.
Daha da önemlisi, bu protokol kurallarını değiştirmek için bir anayasa değişikliğine gerek var mı? Bunu değiştirmek niye bu kadar zor?
Beş, resmi bayramların bir başka sorunlu yanı da bayram akşamı düzenlenen kokteyller. Bu kokteyller, kamusal alan (J. Habermas, acaba bu kavramı nasıl kullandığımızı biliyor mu, merak ediyorum doğrusu) olduğu gerekçesiyle eşi başörtülülere kapalı, bilindiği gibi. Ola ki, birisi başörtüsüyle gelirse askerlerin kokteylleri protesto ettikleri örnekler var.
Bazı kokteyllerde eşi başörtülü görevliler, karantinaya filan da alındı, yakın geçmişte. Onur kırıcı şeyler, yani.
***
Türkiye, kabuğuna sığmıyor. Sistem, hayatın akışına ters işliyor ama hayat da, sistemi hayatın akışına uymaya zorluyor.
Etrafımızdaki ordu destekli rejimler yıkılıyor. Hayat, hayatla savaşmak anlamına gelen rejimleri zorluyor.
Türkiye’de görünürde ordu iktidarda değil, demokratik idare cari. Sistem, demokratik idareyi birkaç sorun etrafından köşeye sıkıştırmaya ve sürekli denetim altında tutmaya çalışıyor. Demokratik sistem, buna direnç gösterecek bir noktaya da geliyor.
Cari sistem, sorun alanlarını semboller üzerinden inşa ediyor. Örneğin, başörtüsü bir siyasî bir simgedir diyor. Peki? Sevincimizin dorukta olması gereken resmi bayramlarda bizi asker gibi yürütmek, askeri bando eşliğinde törenlere dâhil edilmek, bu törenler için çocukların zor hava şartlarında tahammül sınırlarını zorlamak, kokteyllere kendi ölçülerine uymayanları almamak –veya tersi durumlarda ortadan kaybolmak- askerî simge değilse nedir?
27 Nisan 2007 muhtırasına hükümetin verdiği cevap, tabii ki bir dönüm noktasıydı. Ama askerî vesayetin izleri, hayatımızın her yerinde, görüldüğü gibi. Siyasî iktidar bunun farkında mı? Dahası, toplum, uzun ince bir yolda olduğumuzu, bir zihniyet değişimi olmadan, bütün bunları sorgulamadan daha demokratik bir rejime erişmenin mümkün olmadığını biliyor mu?
Rota Haber