Yargı camiasından kimilerinin HSYK’yı kısmen demokratikleştirmeyi öngören gündemdeki anayasa değişikliğine karşı çıkmaları ilk bakışta anlaşılmaz görünüyor.
Öyle ya, öngörülen yeni modelde HSYK daha geniş tabanlı hale gelecek ve bu Kurula yüksek mahkeme üyesi olmayan yargıçlar da üye seçecek, ama, kendilerine seçme hakkı tanınması öngörülen grup içinde yer alan bazı yargıç ve savcılar buna karşı çıkıyorlar.
Gerçekten de anlaşılmaz görünüyor: Kendilerine söz hakkı tanınmak istenenler yüksek yargıçlar oligarşisinin tek taraflı yönetimine tabi olmaktan yana tavır koyuyorlar!…
İşte bu “anlaşılmazlığı” anlaşılır kılmak için, meselenin başka yanlarına bakmamız gerekiyor. Önce şu nokta: “Yargıç” veya “savcı” olmanın ötesinde, bu değişikliğe karşı çıkanlar kim?… YARSAV’cılar ve onlarla aynı dünya görüşünü paylaşanlar. Peki, bunların karakteristik özelliği ne?… “Kurulu düzen”in ideolojik kaygılarını paylaşmaları. Yani, bunlar resmi ideolojinin dokunulmazlığından yana olanlar.
Şimdi de meselenin diğer yanına bakalım. HSYK nedir?… Daha önceki bir yazımda bu Kurulu “yargının YÖK’ü” olarak nitelemiştim. Demokrat Yargı Derneği eş başkanı Orhan Gazi Ertekin de buna “mikro milli güvenlik konseyi” diyor. “Bununla, 12 Eylül zihniyetinin yargı içinde derinleşmesi, örgütlenmesi, yaygınlaştırılması hedeflendi. Nitekim HSYK bunu kesinlikle sağladı.”
Aslında her iki tanım da aynı kapıya çıkıyor: HSYK “12 Eylül rejimi”ni kuranlar tarafından statükonun devamını garanti etmek amacıyla oluşturulmuş olan, yargı üzerindeki bir vesayet kurumudur. Referansı da, kuruluş amacına uygun olarak, hukuk ve demokrasi değil resmi ideoloji olan bir organdır bu. Bu durum, kimi Batılı gözlemcilerin Türkiye’deki yüksek yargıyı silâhlı kuvvetlerin “yedek gücü” olarak nitelendirmelerini de anlaşılabilir kılıyor.
Peki neden şimdi fark ediliyor bu durum?… Çünkü, şimdiye kadar, çeşitli nedenlerle, Kurul için öngörülen misyonla onun yürütme-idare kanadından gelenlerin kimliği arasında belirgin bir çatışma ortaya çıkmıyordu. Başka bir deyişle, Kurulun iki kanadı arasında “uyum” olduğu sürece herhangi bir problem çıkmıyordu, oysa şimdi durum değişmiş bulunuyor.
Daha önemlisi, HSYK’nın da bekçisi olması öngörülen “kurulu düzen”in geleceği hiç bugün olduğu kadar tehlikeye girmemişti. “Ergenekon süreci”nin gösterdiği aslında budur. Bu gerçek aynı zamanda HSYK’nın (bu arada YARSAV’ın da) en fazla duyarlılık gösterdiği konunun neden Ergenekon yargılamaları olduğunu da açıklıyor.
Orhan Gazi Ertekin’in dikkat çektiği gibi, ilk defa sivil-asker bürokrasinin iktidarı tehdit altında. Yargı ilk defa devleti ve orduyu değil de vatandaşın hukukunu koruyan bir kuruma dönüşme yolunda. İlk defa, ordu da hukukun alanı içine çekilmeye çalışılıyor. İyimser bir yorumla denebilir ki, artık “(y)erel yargıçlarda sürekli yukarıyı gözeten ve devleti koruyan ideolojik refleksler, korku ve kaygılar azalmaya başlayacak.”
Anlayacağınız, kurucuları tarafından ebedi olması öngörülmüş olan “rejim” çatırdıyor.
Bir de şu var tabii: HSYK cari rejimin “sigortası” olduğu kadar, Yargıtay ve Danıştay üyelerine de bir tür “zümre iktidarı”yla birlikte, varlığı bu iktidara bağlı kimi ayrıcalıklar sağlıyor. Kim gönüllü olarak vazgeçer böyle bir ayrıcalıklı konumdan?…
Bazı alt derece yargıç ve savcıların kendilerine Kurul’da söz hakkı tanıyan anayasa değişikliği önerisine neden karşı çıktıkları konusuna dönersek: Öyle anlaşılıyor ki, bunlar mesleki çıkarlarını ve demokratik söz haklarını HSYK’nın halihazırdaki yargıç üyeleriyle aralarındaki ideolojik akrabalık veya dayanışmaya feda ediyorlar. Aslına bakılırsa, böyle yapmakla hiç de irrasyonel davranmış olmuyorlar. Çünkü, geniş yargıç-savcı camiası içindeki ideolojik çoğulculuğun temsil edileceği müstakbel bir HSYK’da kendi ideolojilerinin hegemonyasını sürdürmenim mümkün olmadığının pekalâ farkındalar.
Onun için, “iyisi mi, bizim ideolojimizi hakim kılan ve kurulu düzene dokunulmasına izin vermeyen mevcut durum devam etsin” diye düşünüyorlar.
Star, 15.04.2010