Prof. Dr. Mithat Sancar başkanlığındaki bir ekip tarafından TESEV için yapılan ‘Algılar ve Zihniyet Yapıları’ başlıklı araştırmada bir vatandaşın yargıyla ilgili şöyle ilginç bir teşhisi var: ‘Yargı devletin kendisi zaten.’
Malum, halktan insanlar ‘alim’ değilseler de pekalá ‘arif’ olabilirler. Başka bir ifadeyle, halkta belki ‘ilim’ yok ama ‘irfan’ var. Ve ben ‘yargı devletin kendisi zaten’ şeklindeki ‘irfan’ eseri bu yargının ‘ilmen’ de doğru olduğunu ileri süreceğim.
Hatırlarsanız, birkaç hafta önce Anayasa Mahkemesi’nin yeni binasındaki duruşma salonunda savcılık makamı ile müdafiler (avukatlar) için ayrılan yerlerin mekánsal olarak aynı düzeyde olmasından, galiba bir tek Yargıtay Başkanı hoşnut olmamıştı. Savcının eskiden olduğu gibi mahkeme heyetiyle aynı kürsüde oturması gerektiğini söyleyen Başkan Hasan Gerçeker’in en kuvvetli gerekçesi şuydu: ‘Savcı Cumhuriyeti ve Devleti temsil ediyor.’
Türkiye’de yüksek yargıçların bile merkezinde hukuk ve adaletin -bu arada savunma hakkının- değil de ‘devletin yüceliği’ fikrinin yer aldığı bir siyasi-hukuki felsefeye bağlı olduğunun tek göstergesi elbette bu değildir. Bunun başka çok örneği var ama ben sadece bir tanesini hatırlatayım: Yıllar önce Anayasa Mahkemesi’nin 34. kuruluş yıldönümünde (1996) Mahkeme’nin o zamanki Başkanının yaptığı konuşmada yer alan şu cümleye bakınız: ‘Vatanı olmayanın dini, aklı olmayanın Allah’ı olmayacağı gibi, devleti olmayanın da varlığı tartışılır.’
Kategorik olarak bireye ve topluma devletin dışında ve ondan bağımsız bir varlık tanımayan bu anlayış, Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında yer alan -ve muhtemelen aynı kalemden çıkmış olan- şu cümlede ise devleti aynı zamanda bütün siyasi değerlerin de kaynağı olarak görmekte ve daha kötüsü devlet kaynaklı bu değerlerin tartışılmaz olduğunu vaz etmektedir. ‘Tartışılamaz kavramlar ve değerlerle, ödün verilmesi olanaksız ilke ve niteliklerin kaynağı Türkiye Cumhuriyeti’dir.’ (E. 1991/2, K. 1992/1, 10.7.1992).
Bu, Mahkeme’yi kötü anlamda Hegel’le buluşturan noktadır. Malum, Hegel de devleti ‘Mutlak İde’nin tecessümü olarak görüyordu. Ona göre, modern devlet insan özgürlüğünün ve ahlákiliğin nihai gerçekleşme mekánı veya beşeri varoluşun ahláki zirvesiydi.
Yeri gelmişken, aynı Başkan’ın Türkiye’nin siyasi ve hukuki (?) literatürüne yaptığı şu anlamlı katkıyı da anmadan geçemeyeceğim: ‘Devlet ‘TEK’dir, ülke ‘TÜM’dür, ulus ‘BİR’dir.’ (aynı karar). Ne var ki, bu derece saplantılı bir ‘tek’lik, ‘tüm’lük ve ‘bir’lik ısrarıyla ‘çağdaş uygarlık düzeyi’ne ulaşmak felsefi olarak da pratik olarak da mümkün değildir.
Evet, Türkiye’de yargı hem bu anlamda -yani, siyasi felsefe olarak- devletçidir; hem de fiilen devletleşmesi, kendini devlet yerine koyması anlamında devletçidir. Yani, vatandaşımızın isabetli formülüyle, ‘yargı devletin kendisidir zaten’. Vatandaş yargıyı devlet adına yapılan haksızlık, hukuksuzluk ve zulümlere karşı sığınılacak bir kapı olarak görmüyor, aksine yargının kendisinin devletleşerek hukuksuzluk ve adaletsizliğin bir aracı haline geldiğini düşünüyorsa, bu sebepsiz olmasa gerektir.
Oysa, şu 1982 Anayasası bile yargıçlara sıradan bir Devlet memuru olmak yerine ‘Türk milleti adına’ karar verme onurunu teklif ediyor. Ama ne yazık ki onlar halá kendilerini statükonun muhafızları veya Devletin hizmetk rları olarak görmeye devam ediyor da, ‘millet adına’ karar verme onuruna bir türlü talip olmuyorlar.
Anayasa’nın bu medeni jestine rağmen halá nasıl ‘millete karşı’ ‘devletin yanında’ saf tutabiliyorlar, doğrusu anlamak mümkün değil!
Star
14.05.2009