İnsan ile bir yaratıcı arasında bir ilişki yumağı olduğu fikri klasik dinlerin temelinde yatan temel olgudur. Bir klasik din, tüm kâinatın ve mahlûkatın yaratıcı tarafından yaratıldığına ve kesin kanun ve kurallara tabi kılındığına inanır. İnsan tarafından bilinen mahlûkat içinde yaratıcıya hesap vermekle mükellef tutulan varlık ise sadece insandır. İnsan, akıl ve irade sahibi olmayan hayvanlardan farklı olarak, bu dünyada yaptıklarından –bazen yapmadıklarından- sorumlu tutulacak ve hesaba çekilecektir.
İnsanların yukarıda kısaca temelleri ifade edilen türden bir dine inançları ve o dine tabi davranışlarıyla ekonomik faaliyetleri arasında bir ilişki var mıdır? Varsa nasıldır? Olmalıysa nasıl olmalıdır? Bu soruları başka türlü de ifade edebiliriz: Dinî inançlar ve din kültürü insanların başarılı iktisadî davranışlarını teşvik etmeye mi yoksa engellemeye mi katkıda bulunur? İnsanların gerek bireysel gerekse toplumsal olarak iktisaden yerinde saymasında veya ilerlemesinde etkili olur mu?
Bu son soruya tereddütsüz “evet bulunabilir” cevabını verebiliriz; dinî inanç ve davranışlar ekonomik hayatı kesinlikle etkiler. Başka türlü olması düşünülemez. Ancak, bu cevap, etkilemenin istikameti hakkında bir şey söylemez. Etkileme öyle de olabilir böyle de.
Düşünce ufkunu bir din ile sınırlayan dikkatsiz gözlemciler şu tür genellemelere kolayca ulaşırlar. X dini iktisadî gelişmeyi teşvik eder, Y dini iktisadî gelişmeye engeldir. Bu özensiz ve peşin hükümlü yorumları, bugünün dünyasını göz önünde tutarak, şöyle ete-kemiğe büründürmek mümkün: Hristiyanlık, Hristiyan ülkelerin zengin olması olgusu tarafından kanıtlandığı üzere, zenginliğe ulaşmaya daha elverişli bir yol çizer; İslam ise, Müslüman ülkelerin fakirlik ve sefaletinin gözümüze soktuğu gibi, fakirliği teşvik eder ve kalıcılaştırır.
Bu yaklaşımın gözden kaçırdığı ilk şey, ufkumuzu geniş tutup başka bir zaman dilimini (örneğin 700-1100 yılları arasını) zemin aldığımızda, Hristiyan dünyası ile İslam dünyası arasındaki nispî zenginlik ilişkisinin tersine olduğu. Gerçekten, M. S. 800-900 civarında daha zengin olan Müslüman coğrafya, daha fakir olan Hristiyan siyasî coğrafyaydı. Gözden kaçırılan ikinci şey, gerek Hristiyanlığın gerekse Müslümanlığın kendi içlerinde hatırı sayılır bir çeşitliliği barındırdığı ve bu yüzden tarihsel ve olgusal olarak yekpare bir bütünmüş gibi zihinsel ve analitik muameleye tabi tutulamayacağı. Bu yüzden, dinler ile ekonomik gelişme arasında mutlaka bir ilişki bulunmasına rağmen, bu ilişkinin koca bir bütün olarak din denen vakıa ile ekonomik gelişme arasında bir ilişki olduğunu kabul etmek bu konuda sağlıklı incelemeler yapabilmenin ilk ve ön şartıdır.
Dinler ile ekonomik gelişme arasındaki ilişki hakkındaki öncü modern teoriyi Alman sosyolog Max Weber geliştirdi. Weber 1904’te ABD’nin St. Louis şehrindeki Dünya Fuarı Sanat ve Bilim Kongresi’ne katıldı. Sanayileşmiş Almanya’dan geliyor olmasına rağmen ABD’deki teknik ve ekonomik gelişme gözlerini kamaştırdı. Bu işin sırrını çözmek üzere acele bir ABD turuna çıktı. Uzun yolculukları esnasında, bir tren seyahatinde, birden kafasında bir şimşek çaktı; böylece gezilerinde gördüğü iki olguyu irtibatlandırdı: Muazzam ekonomik başarı ve muazzam canlı ve çeşitli dinsel hayat.
Weber’e göre Hristiyanlığın her değil tek şubesi ekonomik canlılığa katkıda bulunmaktaydı. Bu Hristiyan mezhebi, diğerleri gibi dünyadan vaz geçmeyi, münzevileşmeyi teşvik ve tavsiye etmeyen, çalışkanlığı ve tutumluluğu dindarlığın bir gereği olarak gören Protestanlık’tı. Ona göre Protestan ahlâkı ile kapitalizm arasında bir bağ vardı. Protestanlık zenginliği takdir etti ve zengin olmayı iyi mümin olmanın önünde bir engel, bir ayak bağı olmaktan çıkardı. İş hayatında çalışkanlık yanında dürüst ve yetenekli olmayı da teşvik etti. Tanrılarının öyle istemesi hâlinde çalışanlar kapitalizmin talep ettiği çalışma ve ahlâk niteliklerini daha kolay kazanırlar ve bu da zenginliğe giden yolu açar. Hatta dürüst ve verimli çalışmak tek başına insanın iyi mümin olmasına ve tanrısının rızasını kazanmasına yeterlidir.
Şüphesiz, Weber’in tezlerinin sonuçları ve zaafları vardı. Başka büyük kafalar gibi, Weber de, hayranlık uyandırıcı isabetli teşhis ve tespitler de yaptı, bugün deli saçması olduğu söylenebilecek şeyler de yazdı, söyledi. Fikir dünyasında bir kere meşhur olduktan sonra arı kovanına çomak sokmaya meraklı uzmanlar dışında herkes sizi isabetli fikirlerinizle anar. Weber için de böyle oldu. Ancak, son on yıllar içerisinde ortaya çıkan akademik çalışmalar Weber’in tezini tahtan indirmeyi veya iktisadî gelişmeye yol açan vasıfları Protestanlığa hapsetmekten kurtulmayı sağladı.
Weber’in Protestanlık ile ekonomik gelişme arasında kurduğu bağı bir yana bırakalım. Weber’in de işaret ettiği ama Weber’i de başka bilim ve fikir insanlarını da aşacak gerçek, çalışkanlık, verimlilik, dürüstlük ve tutumluluk ile ekonomik gelişme arasında pozitif bir ilişki olduğu. Bu vasıflara sahip bireyler de bu tip bireylerin oluşturduğu toplumlar da fakirlik dairesini kırıyor ve zenginleşiyor. Etrafımız, tarih, dünya bunun delilleriyle dolu.
Öyleyse, söylenmesi gereken şey belli. Şu veya bu din, hiç fark etmez, bir dinin inzivayı, dünyadan çekilmeyi, dünyaya sırt çevirmeyi değil çalışmayı, dünyayı işlemeyi, üretmeyi, verimli olmayı, dürüst davranmayı teşvik eden yorumları ekonomik gelişmeye yararlı, öyle olmayanları zararlıdır. Zengin iç çeşitliliğe sahip her dinde, sadeleştirmek için söylersek, bu iki ana damar mutlaka vardır. Bir toplumda bu damarlardan hangisi ağır basarsa, bireyler ve toplumlar onun gösterdiği istikamette ilerleyecektir; yani ya bütün sonuçlarıyla sefalet ve fakirlik ya da bütün sonuçlarıyla zenginlik ve refah.
Aslında, yaratıcının insana verdiği tabiat ve insanı içine yerleştirdiği eko-sistem ile çalışmayı, üretmeyi, emrettiği söylenebilir. Öyle ya, yaratıcı cennette olacağını vaat ettiği üretilmeden var olan sonsuz zenginliği bu dünyaya uygun görmemiş. İnsanlara beslenme, barınma ve üremeden ari bir hayat vermemiş. Ama insanı kaynakları işlenerek insanın hayatta kalma mücadelesinde işe yarar hâle getirilebileceği bir dünyaya göndermiş. İnsanın kendisini bilmesini istemiş ama bununla yetinmesini de öngörmemiş. O mutlak kudretiyle tersini yapabilirdi. Örneğin, çalışıp üretmeye gerek olmadan, O’na ibadet etmenin ve O’nun kutsal kitabını okumanın insanların dünyevî ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamaya yetmesini temin edebilirdi. Daha çok okuyanı ve ibadet edeni daha zengin kılabilirdi. Böyle yapmayıp bize bir tabiat vermesi ve eko-sistemimizi böyle yaratması, çalışmamızı ve üretmemizi istediğinin kanıtı olarak görülebilir.
Bir dinî yorum, adı ne olursa olsun, işte bu gerçeği görür ve Tanrı’nın murat ettiği gibi çalışkanlık, verimlilik ve tutumluluğu inananlara öğütlerse, ekonomik gelişmeyi teşvik eder. Tersini yaparsa, insanları tüm kötü sonuçlarıyla fakirlik ve sefalete giden yolda ilerlemeye iter.