İleride bugünlerin tarihini yazmaya kalkanlar 22 Şubat gününü Türkiye’nin Büyük Dönüşümü’nün önemli dönüm noktalarından biri olarak işaret edecekler. 22 Şubat 2010, bu halkın darbelerle ve darbecilerle hesaplaşma kararlılığının nihayet yargıyı da harekete geçirdiği büyük bir gün olarak anılacak.
Kimse duymadım demesin: Askeri vesayet rejimi tarih oluyor.
Bundan böyle harp okullarında yetişmekte olan teğmen adayları artık kendilerini “geleceğin Türkiye’sinin perde arkasındaki gerçek yöneticileri” olarak görmeyecekler, böyle hayaller kurmayacaklar. Genç subaylar halkın siyasi tercihlerinden “rahatsız” olmanın hadleri olmadığını kabullenecek. Ordu komutanları, omuzlarındaki yıldız sayısının onları yargı önünde hesap vermekten koruyamayacağını bilecek ve ona göre ayağını denk alacak. Ordu kendi görev alanına çekilecek ve o görevini iyi yapamadığı zaman da eleştirilmeye alışacak. Genelkurmay başkanları siyasi iradenin emrinde oldukları gerçeğini sineye çekecek. Öyle yüksek perdeden posta atamayacak. Kimse cumhuriyetin asıl sahibi ve bekçisi olduğu zehabına kapılmayacak.
Tabii bunların hiçbiri bugünden yarına gerçekleşmeyecek; daha epey çalkantı yaşayacak, epey zaman ve emek harcayacağız.
Ama içine girdiğimiz bu süreçten asla geri dönüş yaşanmayacak. Türkiye çatlattığı kabuğun içine bir daha girmeyecek.
***
Gelecekte bugünleri yazanların her biri bir başlangıç tarihi icat edecekler bu büyük dönüşüm sürecine… Gerçekte kesintisiz bir biçimde akmakta olan tarihi değişim süreçlerine bir başlangıç noktası biçmek her zaman son derece sübjektif bir değerlendirmedir.
Mesela, eğer tarihi ben yazsaydım; benim düşeceğim başlangıç tarihi 28 Şubat’ın o en karanlık günlerinden birinde, bu ülkenin dindar insanlarının bir sabah yataklarından kalkıp gazetelerini açtıklarında kendilerinin “iç düşman” ilan edildiğini gördükleri gün olurdu. Milyonlarca insanın, kendi ülkelerinde düşman sayılmanın acısının yüreklerine taş gibi oturduğu o gün, cumhuriyetin kuruluşundan beri süren yarı-askeri rejimin sonunun başlangıcıdır bana kalırsa.
Ne 27 Mayısçılar cesaret edebilmişti bu kadarına; ne 12 Martçılar ve 12 Eylülcüler… Kemalist elitler halkın büyük çoğunluğunu her zaman hor görmüş, her zaman tehlikeli saymış ve her dönemde iktidardan uzak tutmaya çalışmıştı ama hiçbir zaman bu kadar ileri gitmemişlerdi. Bin yıl iktidarda kalma inancı gözlerini öylesine karartmıştı ki 28 Şubatçılar’ın, halkın yüzde 60’ını-70’ini rejimin baş düşmanı ve iç düşman ilan edecek kadar çılgınlaşabilmişlerdi.
Daha sonraki yıllarda deşifre olan bütün o darbe planları, Sarıkızlar, Ayışıkları, Kafesler, Balyozlar bu “düşman”a karşı girişilmiş savaşın muharebeleriydi.
Bu ülkenin tek sahibi olduklarına inanan Kemalist elitler halka karşı savaş ilan etmişlerdi. Bin yıl sürse de bu savaştan vazgeçmeyeceklerini söylüyorlardı. Oysa bu, kazanılması mümkün olmayan bir savaştı. Ama onlar bunu görmüyor, ne Türkiye’deki ne de dünyadaki değişimleri anlayabiliyor; ne tarih, ne sosyoloji, ne ekonomi, ne siyaset ne sosyal psikoloji biliyorlardı.
Sağduyu, akıl, iz’an denen şeyleri ise çoktan kaybetmişlerdi.
Nitekim kazanamadılar. Yenildiler ve her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Bu umutsuz “savaş” uğruna yargının itibarını beş paralık ettiler. Orduyu halkın gözünden düşürdüler. Halkı kamplaştırdılar ve birbirine düşürdüler. Daha müreffeh bir ülke ve daha mutlu bir halk yaratmak için harcanabilecek enerjinin boşa harcanmasına sebep oldular.
Ama işte sonunda hesap verme zamanı geldi.
Ama bu hesaplaşma “düşmanla” yapılan bir hesaplaşma olmayacak. Çünkü Türkiye halkı onları düşman olarak değil, suçlu olarak görüyor ve onlardan farklı olarak, intikam değil adalet istiyor.
Bugün, 24.02.2010