Türkiye’nin genel problemlerini tartışırken yapılan bir hatanın üniversitelerin problemlerini tartışırken de yapılması ihtimali var.
Bu hata şu: İdeolojik-felsefî boyutları gözden kaçırarak teknik konular üzerinde odaklanmak. Üniversite sistemimizin felsefî rotası bozuk. Bu giderilmeden pratik eksiklik, aksaklık ve yanlışlıkları tam olarak çözmek imkânsız.
Siyasî Partiler Kanunu’nun bütün partilere aynı ideolojik gömleği giydirmesi ve onları aynı partinin şubeleri durumuna düşürmesi gibi, Yüksek Öğretim Kanunu da üniversitelere dar bir gömlek giydirmekte. Kanun üniversiteleri amaçlarından yapılanmalarına kadar öyle sıkı düzenlemiş ki, farklı ve alternatif model teşebbüslerine hiç hayat alanı kalmıyor. 12 Eylül’le kurulmak istenen otoriteryen devletçi düzen en iyi yansımasını bu kanunun yükseköğretimin amaç ve görevleriyle ilgili 4. maddesinde bulmakta. Bu madde ilgili ilgisiz her şeyin içine tıkıldığı bir çuvala, bir araya getirilmesi imkânsız maddelerden hazırlanmış, içilemez bir çorbaya benziyor. Maddeye göre üniversitelerin esas görevi otoriteryen mahallî ve konjonktürel değer ve inançlarla donanmış nesiller yetiştirmek. Başka bir deyişle resmî ideolojiyi bütün dogmalarıyla yeni nesillere aktarmak. Söz konusu olan üniversite olduğu için, araya genel, evrensel değerler de katılmış, ama bunlarla mahallî değer ve talepler arasındaki çelişki madde boyunca insanın yüzüne adeta soğuk soğuk çarpıyor.
Resmî ideolojiyi yeni nesillere zerk etme, bunun için çocukları bir endoktrinasyona tabi tutma sadece ülkemizin bir sorunu dersek Türkiye’ye haksızlık etmiş oluruz. Bu, maalesef, siyasî rejimine ne ad verilirse verilsin, her ülkede karşımıza çıkıyor. Anti-demokratik rejimlerde olduğu gibi, demokratik rejimlerde de var. Mecburi eğitim bunu kolaylaştırıyor ve devletler “kesin inançlı” vatandaşlar yetiştirmek için tek tipleştirici zorunlu eğitimi sonuna kadar kullanıyor. Ancak, demokratik ülkelerde bu olay üniversite kapısında biterken anti-demokratik ülkelerde üniversitelerde daha da sıkılaştırılarak sürdürülüyor. Bu kriter açısından Türkiye anti-demokratik ülkeler safında yer alır görünüyor. YÖK Kanunu’nun sadece amaç maddesini okumak dahi bu gerçeği tespite yeterli.
‘HER ŞEYİN ÇÖZÜMÜ BİLİMDE’ SAÇMALIĞI
Oysa, üniversite evrensel şehir (universal city) demek. Üniversite her görüş ve hayat tarzının çiçek açmasının, özgür bir ortamda var olmasının ve rakip ve alternatifleriyle barışçıl bir rekabet içinde yaşamasının mümkün ve hatta gerekli olduğu yer. Akademik özgürlük bunun için gerekli. Üniversitelerin bağımsızlık ve özerkliği bunun aracı. Oysa, bizdeki anlayışta üniversitenin yüksek lise, hatta yüksek ilkokul olması isteniyor. Öğrencilerin itiraz etmesi, sorgulaması, karşılaştırması değil, dinlemesi, iman ve itaat etmesi talep ediliyor. Aşırı merkeziyetçiliğin ve rektörlere abartılı yetkiler tanınmasının ana sebebi bu çizgide olmayanların terbiye edilmesini kolaylaştırma arzusu.
Her ne kadar YÖK düzenini eleştiriyorsak da bugün üniversitelerde egemen zihniyet daha uzun bir sürecin sonucu ve ülkemizin benimsediği devlet felsefesiyle de yakından alakalı. Yani, problemler sadece örgütlenme tarzından kaynaklanmıyor. Gerek devlet felsefesinin uzun zamandır eğitim, medya vs. aracılığıyla topluma zerk edilmesinin gerekse bu felsefeyle akraba kolektivist bilim zihniyetinin aktif olmasının yarattığı sonuçlarla karşı karşıyayız. Ne yazık ki üniversitelerimizde ve bilim adamlarının önemli bir bölümünde sakat ve devletçiliğe payanda teşkil etmeye teşne bir anlayış var. Bilim bilimizm ve pozitivizmle özdeşleştiriliyor. Yâni beşeri dünyanın bireyler değil bütünler üzerinden anlaşılabileceği (metodolojik kolektivizm), tek işe yarar bilginin bilimsel bilgi olduğu ve bilimsel bilginin ancak tabiat bilimlerinde kullanılan metotların sosyal dünyaya da uygulanması sayesinde elde edilebileceği; çıplak akılla yararlı olduğu ispatlanamayan her beşerî kurum ve pratiğin terk edilmesi gerektiği sanılıyor. “Bilimsel hayat” saçmalığı ve bilimin her derdin çaresini bilen ve her beşerî soruna bir cevabı olan bir sihirli değnek sanılması bunun eseri.
Bu tuhaf anlayış üniversiteleri “ele geçirdiği” (yani bilimi tekeline aldığını zannettiği) zaman çeşitli toplum kesimlerine tepeden bakma ve buyurgan davranma pozisyonunu benimsiyor. Bu yüzden özellikle taşra şehirlerinde halk ile üniversiteler arasında bir kopukluk oluyor, hatta bir gerilim doğuyor. Yerli halk üniversiteyi bir yabancı işgal gücü gibi görüyor, tavır alıyor, en azından destek vermiyor. Üniversite halk desteğinden mahrum kalıyor, gelişemiyor ve çevresini etkileyemiyor. Bunun tipik bir örneğini Malatya İnönü Üniversitesi’nin yakın tarihinde gözlemledik. Militan bir idarenin boy gösterdiği üniversite, bir yandan akademik özgürlüğe ket vururken, diğer yandan halk tarafından ciddi şekilde dışlandı. Şimdiki durumsa çok farklı. İdeolojik militanlık yapmayan ve halka nizam vermeye teşebbüs etmeyen bir idarenin öncülüğünde İnönü Üniversitesi sadece iki yılda büyük gelişme kaydetti. Malatya İÜ’de 4 ilçede meslek yüksekokulu inşaatları halk tarafından yapıldı. Yıllardır öğrenci alınmasına izin verilmeyen İlahiyat Fakültesi’nin binasını bir işadamı inşa ettirdi. Üniversite komşu ülkelerdeki üniversitelerle işbirliğine girdi ve İlahiyat’ın 35 öğrencisi Şam’da bir yıl kalarak Arapça öğrendi. Rektörlük engelli ve üstün zekâlı çocuklara mahsus merkezler açtı. Öğrenci sayısı iki yılda 17 binden 27 bine yükseldi. Üniversitenin devletten aldığı bütçe bu yıl 25, hayırsever Malatyalıların yaptığı katkıysa 30 milyon lira. Ne değişti de bütün bu gelişmeler mümkün oldu? Zihniyet. Sevinçle belirtmek isterim ki, daha birçok il üniversitesinde Malatya’dakine benzer gelişmeler yaşanıyor.
Bilim, fikir ve teknolojideki gelişmelerin birçok bakımdan ülkelerin ve insanlığın önünü açtığı herkesin bildiği açık bir gerçek. Bunun olması için üniversitelerde tam bir akademik özgürlüğün ve hayat tarzı serbestinin bulunması gerek. Bunun yolu, üniversitelerimizin resmî ideolojiyi üretme ve nakletme yeri ve aracı olmaktan çıkarılması ve üniversite kavramının içinde taşıdığı evrensel standartlara uydurulmasından geçiyor.
Zaman, 29.10.2010