“Suriye petrol rezervleri ve diğer maden kaynakları yalnızca Suriye Arap Cumhuriyeti’ne aittir. DAEŞ teröristlerine veya sözde DAEŞ teröristlerinden koruyan Amerikan askerlerine değil” şeklinde açıklama yapan Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı baş sözcüsü Igor Konashenkov’a göre, “Washington Doğu Suriye’deki petrol alanlarını silahla kontrol altında tutuyor. Suriye petrolü ABD ordusunun silahlı koruması altında ülke dışına naklediliyor. Basitçe konuşacak olursak, uluslararası bir ‘devlet haydutluğu’ yapıyor”.
ABD’li yetkililerin verdiği bilgiler de, ABD’nin Suriye’deki petrol bölgeleri ile alakalı uygulamaları konusunda Rusya tarafından verilen bilgileri teyit etmektedir. Beyaz Saray’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mike Milley’den brifing alan Senatör Lindsey Graham’a göre, Pentagon, Suriye petrolünün DAEŞ’in ya da İran’ın eline geçmesini önleyecek bir plan hazırlamaktadır. ABD Savunma Bakanlığından (Pentagon) yapılan açıklamaya ve medyada yer alan haberlere göre, Suriye’nin doğusundaki petrol yataklarını korumak üzere bölgeye askeri takviye yapılacak, bu bağlamda, Pentagon Deyrizor’daki petrol yatakları bölgesine 30 tank ve bu araçlara bağlı askeri personel sevk edecektir (Star Gzt., 26.10.2019).
Tabiî ki bunlar, ABD’nin sadece Suriye’de yaptığı bir iş değildir. Esasen ABD, başta Afganistan, Irak, Libya vb. özellikle zengin petrol kaynaklarına sahip ülkelerde, petrol kaynaklarından faydalanmak için benzer uygulamaları, farklı yöntemlerle yapmaya çalışıyor ya da en azında bu yönde emelleri mevcuttur. Bu amaca yönelik politikalar ve planlar yapmaktadır. Eski sömürge mantığının daha kaba saba ve kanlı bir yöntemi, bu yapılanlar.
Peki, bu durumu milletler arası hukuk ve devletlerin bağımsızlığı bağlamında nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Milletler arası hukuk ve Anayasa hukuku kitaplarında izah edilen “devletlerin iç ve dış egemenliği” kavramları ile bu uygulamalar nasıl bağdaşıyor?
Aslında meselenin milletler arası hukuk açısından çok yönü bulunmaktadır. Milletler arası hukuk yönünden, diğer Batılı ülkelerle İran, Rusya vd. ülkelerin fiilî pratiklerinin de pek hukukî ve hoş görülebilir olduğu söylenemez. Fakat ben burada meselenin bir ülkede mevcut olan petrol kaynaklarının bir başka ülke tarafından “korsan ya da haydutluk” teşkil edecek şekilde koruma altına alınması, üretilmesi ve kaçırılması hususu üzerinde durmak istiyorum.
Anayasa hukuku ve milletler arası hukuk kitaplarında yazılanlar şu şekildedir:
İç Egemenlik ya da bir diğer ifadeyle egemenliğin iç boyutu, “bir Devletin, kendi ülkesi içinde söz konusu olan iç egemenliği; devlet kudretinin, devletin siyasî iktidarının, ülke sınırları içinde, bütün bireylerin, toplumsal ve siyasî grupların, diğer iktidar sahibi gerçek ve tüzel kişilerin üzerinde olması; bütün bunlar üzerinde emretme ve yön verme yetkisine sahip olması şeklinde tanımlanabilir. Bir diğer ifadeyle, bu kavram, ülke içerisinde tüm vatandaşları, siyasî, sosyal vb. grupları ve kurumları bağlayıcı kararlar alabilen üstün emretme gücüne sahip siyasî otoriteyi ifade eder. İç egemenlik, iç hukukta devlet iktidarının kendisini, yani muhtevasını, kapsadığı yetkileri ifade etmek üzere de kullanılır. İç egemenlik dendiğinde, çoğunlukla devlet gücünün, ülke için, en üstün, sınırsız, mutlak, bölünmez ve devredilmez nitelikleri kastedilmektedir. Belli bir ülke sınırları üzerinde ancak tek bir egemen güç olabilir. İç egemenlik, devlet kudretinin, kendi ülkesi içerisinde son sözü söyleyebilmesi manasına da gelir. Bu ifadeyle, özünde, egemenliğin, devlet içindeki siyasî karar alma mekanizmasına sahip olduğu anlatılmaktadır. İç egemenlik, aynı zamanda egemenlikten kaynaklanan devlet yetkilerini de ihtiva eder. İç egemenliğe sahip olan devlet, meşruluğunu ve üstün emretme gücünü kullanarak vatandaşlarına, yükümlülükler getirmekte, kendi hukuk düzenini kabul ettirmekte ve onu yürütmek imkânına sahip olmaktadır. İç egemenlik bağlamında, bir başka devlet gücü, milli devlete rağmen tasarruflarda ve güç kullanımında bulunamaz. Ben geldim bu ülkede şuraları ben kontrol ediyorum, buralar benim iktidar sahamdadır diyemez. Aksi halde, bir iç egemenliğin varlığından söz edilemez.
Dış Egemenlik ya da egemenliğin dış yönü, bir Devletin milletler arası ilişkiler alanında söz konusu olan egemenliğidir. Dış egemenlik, bir devletin, bir başka devlete tabi olmamasını, diğer devletlerden aşağı konumda olmamasını, dış ilişkilerde öteki devletlerle hukuken eşit bir konumda olmasını ifade eder. Dış egemenlik, uluslararası hukuk bakımından devletin bağımsızlığı ile aynı anlama gelir. Bağımsızlık, devletin, hür iradesiyle kabul ettiği sınırlamalar dışında uluslararası alanda başka hiçbir sınırlamaya tabi tutulamaması olarak kendini gösterir.
Devletlerin bağımsızlığı ilkesinin, “devletlerin egemen eşitliği” ve “harici devletlerin bir devletin içişlerine karışmaması” şeklinde iki tür sonucu bulunmaktadır. “Devletlerin egemen eşitliği” ilkesi, günümüzde devletlerarası ilişkilerin, “hukukî eşitlik” statüsüne dayanması manasına gelmektedir. Uygulamada her ne kadar devletler arasında iktisadî, askerî, siyasî vb. alanlarda değişen ölçülerde güç bakımından farklılıklar mevcut olsa da, her bir devlet milletler arası hukukta, haklar ve yükümlülükler bakımından eşit statüde kabul edilir. Egemen devletlerin içişlerine karışmama ilkesi, uluslararası sistemin geleneksel anlayışında merkezi bir değere sahiptir. Egemen eşitlik ilkesinin uluslararası hukuktaki en somut tezahürü, bir devletin iç işlerine harici müdahalelerin yasaklanmasıdır. Bir devletin siyasî rejimi ve millî yetki alanına giren konularla milletler arası toplumun ilgilenmemesi ve bu tür konular söz konusu olduğunda ilgili devlete müdahale edilmemesi gerekir.
İçişlerine karışmama ilkesi, Milletler Cemiyeti Sözleşmesinde (md. 15/8) ve 1965 Tarihli “Devletler Arasında Dostane İlişkiler ve İşbirliğine Dair BM Genel Kurul Kararı”nda (md. 2/7), 1970 Tarihli Devletlerarası İşbirliği ve Dostça İlişkiler başlıklı BM Genel Kurulu Bildirisinde ve 1981 Tarihli Devletlerin İç İşlerine Müdahale ve Her Türlü Karışmanın Kabul Edilemezliği başlıklı BM Genel Kurulu Bildirisinde kabul edilerek tanınmıştır. Buna göre bir devletin, başka bir devletin içişlerine hukuka aykırı olarak müdahale etmesinin en açık örneğini “kuvvet kullanma” oluşturur.
Milletler arası hukuka ve Anayasa Hukukuna göre, yukarıda izahı edilen açıklamalarla ABD’nin Suriye’de yaptıkları karşılaştırıldığında, ABD’nin bu ülkede fiili olarak yaptıklarının bağdaşırlığı yoktur. ABD için önemli olan milletlerarası hukukla ilgili kural ve ilkeler değil, kendi çıkarlarıdır. ABD, bunu sadece Suriye’de de yapmıyor. Afganistan’da yaptıkları, Irak’ta yaptıkları, Libya’da yaptıkları, Suriye’de yaptıklarından çok farklı değildir.
Bu durumda akla şu soru geliyor: “Acaba, özelde ABD, genelde Rusya, İran, vd. güçlü ülkeler için milletlerarası hukuk ne kadar geçerli ve bağlayıcıdır”?
Maalesef bu sorunun cevabı olumsuzdur. Gerek ABD, gerekse diğer bazı ülkelerin, Suriye gibi ülkelerin iç egemenliklerini ve bağımsızlıklarını yok sayan keyfî, çıkarcı müdahalelerinin milletler arası hukukla bağdaşırlığı mevcut değildir. Ya da bu ülkeler için, milletler arası hukukun gereklerinin hiçbir bağlayıcılığı ve kıymet-i harbiyesi yoktur. Kısaca “milletler arası hukuk, bazı zayıf, saftirik ülkeler için sınırlayıcı etkiye sahip ise de, ABD vb. ülkeler için, bunların menfaatleri gereği olarak bağlayıcılığı ve etkinliği yok hükmündedir”.
Bu vesileyle Rusya Savunma Bakanlığı sözcüsü Konashenkov’un ABD’nin Suriye’de petrol bölgesi için yaptığı silahlı koruma ve çıkarılan petrolleri yurt dışına kaçırması için yaptığı “devlet haydutluğu” nitelemesi haksız değildir. Bu politikaların devamı milletlerarası çatışmaları, kaosu tetikleyici mahiyettedir. Özellikle petrol ve diğer tabiî zenginliklere sahip her bir devlet, güç zafiyeti oranında, ABD ya da diğer güçlü Batılı devletlerin potansiyel tehdidi altındadır. Özellikle ABD’de petrol ve diğer zenginliklere yönelik sınır tanımaz doyumsuzluk ve elde etme emelleri ve politikaları sürdüğü müddetçe, milletler arası hukuk daha da zayıflayacak ya da yok olacak, daha çok çatışmalar yaşanabilecektir.
Özet olarak, ABD, bütün iç ve dış egemenlik ilkelerini yok ederek, kendi koyduğu kurallarla ülkelerin zenginliklerini elde edebilmek için her istediğini yapmaya çalışıyor. Ya bir “terör örgütü kurarak” bu örgütle ya da var olan bir terör örgütü ile mücadele etmek adına, işgal fiillerini gerçekleştirmekten imtina etmiyor. DAEŞ ya da bir benzeri terör örgütleri, petrol ya da benzeri tabiî zenginlikleri olmayan bir ülkede olsa, ABD kılını bile kıpırdatmaz. Çünkü orada, sömürülecek kaynaklar mevcut değil. Bu da gösteriyor ki, ABD’nin gerek Irak’ta, gerekse Suriye’de var olmasının asıl sebebi, DAEŞ ile mücadele etmek değil, buralardaki tabiî kaynaklara korsanca hükmetmektir. Bunun adı dünya ölçeğinde çeşitli ülkelerin kaynaklarını, kendi keyfî koyduğu kurallarla sömürmeyi amaçlayan korsanca uygulamalar, Konashenkov’un ifadesiyle “devlet haydutluğu”dur. Dünya barışı, bu sömürücü güçlerin dizginlenmesine, milletler arası hukukun kısmen de olsa ülkeler arasında geçerli olmasına, bu güçlü devletlerin de bu hukukun sınırlarına çekilmesine bağlıdır. Beş devletin Dünyanın geri kalan devletlerinden büyük olduğu ya da en azından beş devletin dünyanın geri kalan ülkeleri ile eşitlenmediği bir dünyada, ne milletler arası hukuktan, ne de barış ve sükûndan söz edilebilir.
* Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi